konu başlıkları

19 Mart 2013 Salı

Çekmeköy Ultra Yarışlarım



Eve Taşınan Çekmeköy Toprağı
Çekmeköy’de 3. Yarışımı tamamlamış oldum. İlki bir antrenman yarışı kapsamında 15km gidip aynı rotada geri dönecek şekilde 30km idi. Bunu antrenman programı için iki arkadaşımla, Suna ve Kerem’le koşmuştum, hedef 4 saat koşmuş olmaktı. O gördüğüm 15km lik kısımla Çekmeköy’ü hiç sevmemiştim. Derken geçen ay bir 30km parkuruna katıldım bu sefer baştan sonra yarış rotasını koştum, Suna bana eşlik etti. Baştaki 15km bir önceki seferle muhtemelen aynı idi, gene hoşuma gitmedi, tam söylenmeye başlarken güzel yerlerde koşmaya başladık, yavaş yavaş Çekmeköy’ü sevdim.
İlk 15km git-gel çok anlatacak bir koşu olmadı. İkinci koşu hakkında yazılabilecek şeyler var ama koşu sonrası kağıda dökecek fırsat olmadı, üzerinden zaman geçti. Şimdi bu iki yarışı tek başlık altında toplamak istedim. İşte size son iki yarış ve Çekmeköy anılarım, tecrübelerim.


ÇEKMEKÖY YOLLARI VE ZEMİNİ
Çekmeköy yarışları genelde yangın yollarında yapılıyor. Yangın yolları ağaçlık tepeleri yaran geniş yollar. Bu yolların açılmasında iki temel amaç var; ilki yangın çıkarsa alevlerin yayılmasını engellemek için tepeleri bölmek ve boşluklar yaratmak, ikincisi de yangına müdahale edebilmek için araçların her yere kolay ulaşmasını sağlamak. Sanırım bu iki amaç yolların genişliği hakkında yeterince fikir edinmenizi sağlayacaktır. Diğer bir deyişle koşulan yollar tek izli patikalar keçi yolları değil. Geniş ferah yollar, gök yüzü gözüküyor ve ışık alıyor, ama bir o kadar da rüzgara açık, kışın soğuk, yazın da güneş sebebi ile sıcak. Açık alan olduğu için zemin yağıştan çok etkileniyor, kar ve yağmur doğrudan toprağa ulaşıyor. Hele bir de ağır vasıta geçerse yollar epey çamur hatta balçık oluyor. Benim koşularım hep yağışa veya yağış sonrasına denk geldi. Çamurlu zemin yumuşaklık açısından tabanlar ve dizler için bir avantaj sağlasa da basış emniyeti ve adım kontrolü olarak çok dertli. Hem yarattığı enerji kaybı ile yorulmanızı çabuklaştırıyor, hem de kontrolsüz basış bacağın çok farklı kas gruplarını çalıştırıp, normal koşularda güçlenme fırsatı bulamamış bu kaslarda sakatlık riskini arttırıyor.

Bu açıdan Çekmeköy koşu parkuru olarak zor. Başka bir gözle bakarsak da koşucular için gelişime açık bir parkur denebilir. Zaten yarışlardan çoğunda bu parkura alışık ve bu coğrafyada antrenman yapan koşucular kendilerini çok net belli ediyorlar. Bakiye Duran buna en güzel örneklerden. Parkurun eğim yapısı da kendine has. Düzlük alan çok az. Genelde uzun iniş ve çıkışlar var. Arada sert tepeler olsa da genelde eğimler uzun mesafelere yayılıyor, kendini çok belli etmiyor. Ultra maratonlarda sinsi eğim en kötü şey. Dik bir çıkış veya inişe denk gelince formül basit, vites küçültüp yürürsünüz, hem dinlenir hem de güç tasarrufu yaparsınız. Yemek yeme, hatta bazen üst değiştirme gibi “yan işleri” yokuş çıkarken yapıp zaman kazanırsınız. Ama eğim mesafeye yayılmışsa fark etmeden düzlük temposu ile devam eder ve enerji konusunda cepten yemeye başlarsınız. Bunu fark edip kontrollü gitmek lazım. Çekmeköy’de bu tip eğimler çok, koşsan dik gelen ama yürümeye başlayınca da koşulabilecek gibi gözüken yer bol. Bence parkurun en büyük zorluklarından birisi bu. İkinci zorluk ise toprak yapısı ve çamur. 

Çiğdem Özcan tepeler ve çamurla kahramanca mücadele ederken (foto:Bakiye Duran)
O kadar değişik tipte çamuru bir arada görmedim başka yerde. Kaygan sert çamuru da var, bileğe kadar gömüldüğün ve neredeyse ayakkabını tuttuğu gibi çekip ayağından çıkartan çamuru da. Yer geliyor balçık ayağa öyle bir yapışıyor ki ayaklarını onar kilo olmuş gibi hissediyorsun, tabanlarında çamurdan toplarla koşmaya çalışıyorsun. Bazı vadi geçişlerinde dereye dönen alanlarda ıslanmadan geçecek hat ararken kendini bileklerine kadar su içinde bulabiliyorsun. Bazı tepeler o kadar dik ve çamurlu olabiliyor ki attığın adım kadar geri kayıyorsun, aynı hattan ilerlemeye inat edersen bir de bakıyorsun koşu bandı gibi, olduğun yerde sayıyorsun.    

30K MUD CHALLENGE – TÜRK’ÜN ÇAMURLA İMTİHANI (10.02.201)
İşte yarış sayılabilecek birinci, Çekmeköy topraklarında ikinci koşum adından da anlaşılacağı gibi tam da çamur mevsiminin zirvesinde yapıldı. Bakiye Duran bu bölgede çeşitli mesafe ve zorluklarda yarışlar düzenliyor. 10 Şubat Pazar günü gerçekleşen bu organizasyonda da 30-40-50km lik parkurlar vardı.

Kayıt tamam, bir 30km koşması kaldı (foto: Ebru İşseven)

Ben bir süredir düzenli koşamadığım için haddimi bilerek 30km lik parkura kaydoldum. Bana kalsa o hımbıllıkla 30km ye bile girmezdim ama dostlarım sayesinde kendimi koşar halde buluverdim.

Yarış Öncesi Kayıt Masası (foto: Bakiye Duran)

Sağolsun bu gibi durumlarda kulağımı nazikçe çeken Caner Odabaşoğlu hafif nüktelerle gerekli gazı verdi, beni bir an bile yalnız bırakmayan ve yoldaşlık eden Suna Altan da yarışta tempo vericim gibi yanımda koştu. Bunlar önemli şeyler. Uzun mesafede ayak ve bacaklardan çok beyin ve kalp (yürek anlamında) devreye giriyor. Başka bir deyişle yürek devreye girmezse gerisi nafile, bir adım bile atası gelmiyor insanın. Ya güçlü iradeyle geniş bir yüreğin olacak ya da bunlardan yeteri kadar olup oralarda sana da yer açacak dostların. Allaha şükür bende ilkinden biraz çevremde de ikincisinde bol miktarda varmış ki oflaya puflaya koştum bitirdim iki yarışı da! Motivasyon önemli, bazen içten gelecek bazen de dışardan.

Starta Beş Kala... Heyecan Dorukta!

Tam yarışa başlayacakken hava kapadı, yağmur indirdi. Start alanı geniş bir düzlüğün kıyısında, tepelerden epey rüzgar alıyor. Kırıcı bir soğuk etkisinde başladık koşmaya. Ama koştukça ısındık, hava da ısındı, hatta bir süre sonra şapka eldiven fazla bile geldi. Başta can sıkan yağmur yol boyu hafifleyerek bize eşlik etti, ferahlatıcı bir seviyede üşütmeden usul usul yağdı. Koşarken kararında yağmur nefis bir şey. Hem manzara güzel oluyor, ışık kırılıyor, renkler canlanıyor insanın içi açılıyor, hem de güzel bir ferahlık veriyor. Üzerinizde ıslanan giysiler başta üşütür gibi olsa da bir süre sonra vücut ısısı ile ısınan bu katman güzel bir izolasyon sağlıyor, ılık ama ıslak bir katmanla koşar oluyorsunuz. Tek risk durmak, durup da vücut soğumaya başlarsa işler fena, o zaman berbat bir üşüme geliyor. İşin sırrı durmadan hareket. Babam eski dalgıçları ve sünger avcılarını anlatırdı, kalın yün kazak giyerlermiş teknik kumaş elbiselerin icadından önce içlerine, ıslanan yün vücut ısısı ile zırh gibi korurmuş suyun altında. Bizimkisi de benzer hesap sanırım.

Uzun süredir düzenli antrenman yapamadığım için temkinli başladım, Suna ile sabit bir tempo tutturduk, yokuşlarda yürüyerek düzlüklerde de çok yorulmadan koşmaya başladık. Ön grup arayı açtı, biz de herhalde son üçte birin önünde kalacak şekilde ilerlemeye başladık Genelde bu ortalamaya benzer tipte koşucular kalır, gene öyle oldu; süre iddiası olmayanlar ve nispeten daha az tecrübeliler. İlerledikçe aralar iyice açıldı, son 15km yi Suna ile ikimiz koştuk. Başlarda da bahsettiğim gibi parkura anca 15km sonra ısınabildim. Güzel vadilerden geçmeye başladık, yollar daraldı, ağaçlar güzelleşti. Oldum olası koşuların başlarını sevemem, ilk 1 saat işkence gibi gelir. En illet olduğum koşular bir saat veya 10km civarı olanlardır. Tam olaya ısınmaya başlamışken koşu biter. Çekmeköy ’de de bu ısınma kısmı geçtiğinde rota güzelleşti, koşu keyif vermeye başladı.
otomatik pilota bağlamış koşarken. Arka planda Suna (foto: Bakiye Duran)

Aralarda su istasyonları vardı, her 10km ye denk gelecek şekilde ayarlanmıştı. Bakiye Abla çoğunda bizleri bekler durumdaydı, bazı kavşaklara da gelip hem yönlendirme yaptı hem de moral takviyesi. O psikolojide dağ başında karşında Bakiye Duran’ı görmek ve güzel sözler duymak çok moral verici. En sevdiğim tarafı Bakiye Abla hep “aman sakin, aceleye gerek yok” der, nefis bir motivasyon bu. Hakikaten de kontrollü gidersen aslında daha hızlı ilerliyorsun. Daha dinç bitiriyorsun yarışı. Biz de kontrollü bir hızla ama hiç durmadan bitirdik yarışımızı. Kimseyle yarışmadan, keyif alarak, yorularak ama mutlu bir biçimde. Bitişte nefis bir masa kurulmuştu, sıcak içecekler, son derce lezzetli yiyecekler. Güler yüzlü ve içten insanlar bizi beklediler, madalyamızı verdiler, tebrik ettiler. Bu yarışların güzelliği arkadaş toplantısı gibi olması. Hep aynı yüzler, hep beraber koştuğumuz sevdiğimiz dostlar. Senden saatlerce önce bitirseler bile gelenleri bekliyorlar, alkışlıyorlar, sana sıcak bir şeyler ikram ediyorlar hemen. Sıkı bir dostluk bu. Bir nevi asker arkadaşlığı.

Bu yarıştan edindiğim tecrübeler

  1. Uzun süre koşmamışsan da bir yerlerden başlamak lazım. Uzun koşacaksan pat diye yollara atma kendini, git bir patika yarışı bul, 30km toprak yol 21km asfalttan az döver seni.
  2. Koşamam, yorgunum, hazırlıksızım deme, arkadaşlarını dinle. Sen kendi sesin diye omuzundaki şeytanı duyuyorsun, onlar da öteki omuzdaki melekler aslında.
  3. Yol arkadaşı deyip geçme. Mesafe yarıya düşer, hava soğukluğu gider, buraya kadarmış dediğin yerde bir de bakarsın yola koyulmuşsun bile haberin yok. Yol arkadaşı önemli. Ne ya et edin bir iki tane…
  4. O kadar hamlıktan sonra bu kadar koşup da hiçbir ağrı sızı çekmiyorsan, hiç sakatlık yoksa bu vücutta iş var demek ki. Hımbılım şişkoyum diye kendini boşlama. Allahın verdiği kiloyu Allah alır. Yeter ki sen çık koş. Cepteki kilometreler yatırım hesabı ise demek bu günler için biriktirmişsin. Güle güle harca.
  5. Çamurda koşmak ayrı bir dünya. Sevmesen de alış. Bu işin doğasında var bu. F1 pilotu olmak yerine rallici olmayı sen seçtin.
  6. Herkes yokuşlarda niye senden hızlı? Göbekten olabilir mi acaba? Artık birşeyler yapma zamanı gelmiş olmasın?


45K GECE KOŞUSU – NIGHT BIRDS AND BATS (GECE KUŞLARI VE YARASALAR) 16-17.03.2013

Bu seneki Çekmeköy Ultra serisinin üçüncü ayağı da 16 Mart Cumartesi’ni Pazar’a bağlayan gece koşuldu. Saat 22:00 de başlayan yarış Pazar sabahı bitti. 38 kişi start aldı, bu sefer herkes aynı parkuru koştu, farklı mesafeler yoktu, herkes 45km sınavını verdi.

Yarış resmi sitesinden arak parkur haritası


Caner arkadaşımız o sabah Paris Eco Trail yarışında 80km koştuğu için epey uzaklarda idi, biz de bir eksikle makarna partimizi yapıp yarışa katılmış olduk. Cuma akşamı küçük bir ev organizasyonu ile makarnamızı yedik, Aykut’un 2:58’lik Runtalya Çıkarmasını kutladık, maşallahlı 2:58 mumlu pastasını üfledik. Derken Cumartesi gecesi geldi çattı. Yanlış OGS geçişi ile ilk heycanımızı yaşayarak Çekmeköy’e vardık. Bir hafta öncesinden hava durumu Cumartesi gecesi için soğuk ve yağış veriyordu. Ne yazık ki tuttu da. Cumartesi sabah kalkıp camdan bakınca başta gözlerime inanamadım, damlar karla kaplı idi! Gerçi gün içinde yağan yağmur karları eritse de hava ısınmak bilmedi.

Kayıt masası ve çadırlar

Çekmeköy’de kayıt masasına vardığımızda ortalıkta kimseler yoktu, herkes arabalarda oturup bekliyordu. Geldiğimizi görenler korna çalıp oturdukları yerden el salladılar. Kayıt işini halledip arabamıza döndük biz de koşarak. Arabada ne giysek tartışmaları sonucunda yanımızda ne varsa giyme kararı aldık. Derken yarış saati gelince alanda yerimizi aldık. Gene tanıdık yüzler, eş dost çevresi. Zaten bu işle uğraşan, o havada oraya gelip o mesafeyi koşmak isteyecek adam sayısı belli, çoğu da oradaydı.  Tam start öncesi kar başladı. Koşmaya başlayınca da etrafın ince de olsa bir kar tabakası ile kaplı olduğunu gördük. Kar aslında yağmur kadar kırıcı değil, hava nispeten daha yumuşak oluyor. Bir de karlı havada gökyüzü enteresan bir pembelikle kaplanıyor, ara ara kafa fenerini kapatıp gecenin alaca karanlığında bile koştuğumuz oldu.

o havada o ışıkta en iyi yakalanmış kare. Start öncesi anı fotoğrafı (foto: Bakiye Duran)


Bu sefer mesafe geçen yarışa göre 1,5 kat daha uzundu, hava soğuktu ve en önemlisi gece şartları vardı. Gene Suna ile beraber koşacaktık. Karanlık açısından şanslı idik, çünkü son 1-2 senedir Belgrad Ormanlarında yaptığımız koşuların çoğu sabahın erken saatlerinde olduğundan neredeyse ilk yarıları hep zifiri karanlıkta geçmişti. Yani karanlıkta kafa feneri ile ormanda koşmak bizim için yeni bir şey değildi. Bu bakımdan kafamız rahattı, beni esas düşündüren mesafe ve zemin idi. Kayıt masasında gene 10km de bir su istasyonu olduğu ama 20. Km noktasında araç giremediği için istasyon kurulamadığı bilgisi geldi. Bunu iyi tarafından almaya çalışıp mesafeyi dilimleme ve zorluğu küçük loklamalar haline getirme için kullandım. Evet belki dört tane 10km olsa daha kolay tüketilebilirdi ama şartla böyleydi, buna uygun çözüm üretmek gerekiyordu. Ben de kendi kendime şöyle dedim; 10km güzel, rahat geçer, ferah ferah suya ulaşırız. Sonrasında 20km daha var ama bu arayı atlattık mı kaldı 10km daha, eh o 10km de 20km nin üzerine çok daha rahat gelir, zaten 40km ye gelmiş olacağız bu şekilde. Son 5km nin de lafı olmaz aramızda. Bu zihinsel üç kağıtlar için Metroda Ultra başlıklı yazıma da göz atabilirsiniz. Böyle diyerek yola koyuldum. Start sonrası çok hızlı gitmesek de ortalara yakın bir yerlerde tempoya oturduk, yavaş ama akıcı bir şekilde koşmaya başladık. İlk tepeler gelince gene aralar açıldı, hızlı arkadaşlar bastı gitti, biz de en arkadakilere arayı açmaya başladık yavaş yavaş. 10km ye kadar üçlü bir grupla yakın koştuk. Bende Garmin yoktu ama 10km den fazla koşmuşuz gibi geldi. Diğerleri de 13km ölçmüşleri koşu saatleri ile. Su noktasında Bakiye Abla bizi bekliyordu, burası 10km bisikletle ölçtük biz dedi. O sırada süre olarak 1 saat 35 dakikadır koştuğumuz görünce ben de yaklaık 11-12km oluğunu tahmin ettim. Bu tür mesafe çelişkileri için Mert’in GPS Nedir ve Koşu Saatlerindeki Hatalar başlıklı nefis yazısına göz atabilirsiniz.

Bakiye Abla sonra “aman yavaş çocuklar aceleye gerek yok” dedi. Küçükken annelerimizin dediği gibi “gruplar oluşturun, beraber koşun” diye ekledi, meşhur “beraberce oynayın bakiim kavga etmeden arkadaş arkadaş” cümlesi gibi... Teşekkür edip devam ettik. 8km den sonra yanımıza bir köpek takılmıştı, Bakiye Abla köpeği tanıdı, "o şimdi sonuna kadar koşar sizle, alışıktır buralara, benim köpeğim o" dedi. Hakikaten de köpek hep yanımızda geldi, geride kalanı bekledi, gıkını çıkarmadan en dik tepeleri tırmandı, en vıcık çamurlarda bir ceylan gibi sekerek bize eşlik etti. Yalnız oraları iyi biliyor olacak ki son kilometrelerde bir ara kayboldu yanımızdan, geldiğimizde bitiş çizgisinde bizi bekliyordu, büyük ihtimalle kestirme yaptı hınzır.
bu yarışlarda iki tip çılgın oluyor, ilki koşan çılgınlar, ikincisi de o birinci tip koşacak diye sabahlara kadar bekleyen yardım eden gönüllü çılgınlar. Size teşekkür az kalır...

10km ve sonrasında her şey nefisti, yavaştan çamur başlasa da zeminin bir önceki sefere göre daha iyi olduğunu konuştuk. Meğer sadece oralar öyleymiş, ilerde bizi neler bekliyormuş. Benim kafamda 10 ile 30km arasındaki 20km lik kısım dönüm noktası idi, yarışın en zor tarafı orasıydı. "O 20km yi iyi geçirebilirsem gerisi kolay" dedim kendi kendime. Ama şansa bak ki parkurun en dertli çamur kısmı da tam o araya denk geldi. Yer yer öyle çamur geçişleri vardı ki yürümek değil, kayıp düşmemek marifet sayılır oldu. Velhasıl iki kere kıç üstü oturmuşluğum da var bu sayede. Küçük bir tuvalet arası verince Bakiye Abla’nın “kardeş kardeş oynayın” dediği grupla aramız açıldı. Suna ile sakin sakin koşmaya başladık. Bir de köpek dostumuz. Derken bata çıka 20-25km civarına geldiğimizde önümüzde birisinin yürüdüğünü fark ettik. Önce koşucu olduğunu anlamadık, üzerinde uzun bir pardesü yağmurluk, sırtında da okul çantası gibi bir sırt çantası vardı. Yanından geçerken selam verdik. 30km ye çok var mı diye sordu. 30km de su istasyonu olduğunu daha mesafe gitmek gerektiğini söyledik. Çamurlu alanda olduğumuz için çok hızlanamadan ilerlerken bu arkadaş da yanımızda koşmaya başladı.

BAYBURT’LU KOŞUCU SEZER

ilk ultrası öncesi Sezer
Yanımızda koşmaya başlayınca yarıştan olduğunu anladık. Başta fazla konuşmasak da uzun mesafe ve patika koşuları konusunda yeni olduğunu düşündüm. Elinde epey büyük bir fener, kafası ve elleri açık ve o hava şartlarına göre korumasız, üzerinde de uzun ve yağmurdan korusa da muhtemelen epey terleten ve rahat koşmasını engelleyen bir yağmurluk.  Bunları kesinlikle malzemelerini küçümsemek veya bu iş öyle değil böyle malzeme ile yapılır ahkamları kesmek için yazmıyorum, sadece uzun mesafe ve arazi koşusu konularında tecrübesiz olduğunu anlama sebebim olarak cümlelere döküyorum. Hakikaten de konuştukça bunlar doğru çıktı. Sezer 30 yaşında, Bayburt’lu ve hızlı bir kısa mesafe koşucusu. Atletizm Şampiyonalarında koşmuş. Hep 400m ve 800m. Hayatında en uzun koşusu 8km, o da bir kereye mahsus. Onun dışında hep hızlı, hep kısa mesafe. Bu katıldığı 118.yarışıymış! İnternette dolanırken bu yarışı görmüş, denemeye karar vermiş. Olabilecek en sert şartlardaki yarışı seçmiş de haberi yok. Çevresinde bu işleri bilen eden olmadığı için de kendince çözümlerle gelmiş, koşmaya başlamış. Bu mesafe için ağır giysileri, feneri ve çantası ona fazladan yük oluyordu. Elleri ve kafası açıkta olduğu için farkına varmadan ısı kaybediyordu, vücudu gereksiz enerji tüketiyordu. Koşarken beslenme konusu aklına gelmediği için saatlerdir bir şey yememişti ve sadece 4 şişe su içmişti, muhtemelen tuz dengesi de alt üst olmuştu, karanlıkta çamurla boğuşarak tek başına ilerlemeye çalışıyordu. İşte biz ona yetiştiğimizde bu halde idi. Biz de çok hızlı koşmadığımızdan bir süre yakın mesafede ilerledik, ufak ufak sohbet ettik, derken biz biraz öne geçtiğimizde arkadan korkunç bir bağırış geldi. Bir an Suna ile bacağını kırdığını sanıp panik içinde geri döndük. Çamura saplanmış ve acı çekiyordu, baldır adalesi top gibi kasılmıştı. Beslenme eksiği ve yorgunluk soğukla da birleşince bacaklarına kramplar girmeye başladı. Su ve yiyecek desteği ile biraz toparlandı, yanımızda devam etmeye başladı. O halde biz de bırakıp ilerlemek istemedik, 30km istasyonuna kadar beraber gidelim dedik. Zaten o ara mesafe hakikaten de koşulacak gibi değildi, çamura bata çıka bazen birbirimizi çeke çeke ilerledik. Sezer’in kafası epey karışmıştı, 45km nin hiç beklemediği gibi olduğunu anlattı. Sonra yarış bittiğinde “nasıl sevdin mi uzun mesafe işini?” diye sorduğumda bunu anca yaşayan anlar, kimseye anlatılamaz bu dedi. 30km istasyonuna varmak günlerimizi aldı gibi geldi bana da. Yürümekten ve çamurdan bacaklarım kütük gibi olmuştu, kendime moral olsun diye “daha ne kötü olabilir ki, az kaldı devam” derken duvar gibi bir tepeye geldik. Düşe kalka tırmanınca tepede Bakiye Abla ve su istasyonunu gördük. Nefis bir andı. Sezer’e dedik ki “Bak sen sporcusun, yazık zarar verme kendine, buralara gelmen bile büyük iş, tadında bırak, arabaya bin, sakatlık çıkarma kendine” Sezer de dedi ki “Yok buraya kadar geldim, ben bu işi bitireceğim” Sezer işi o anda bitirdi zaten o cümle ile de haberi yoktu henüz. Dedim devam edeceksen aç bakim ağzını, bir tane enerji tableti tıkıştırdım ağzına, bir de Snickers verdim yanına, bunu ufak ufak dişle yol boyu, hem tatlı hem tuzlu sana güç verir dedim. Sonra Suna jel verdiyse de o konuda ikna edemedik. Derken Sezer bir nebze tazelenmiş olarak başladı yanımızda koşmaya. Biz koşunca koştu, yürüyünce yürüdü. Gıkı çıkmadı. Sadece arada “Allah sizden razı olsun” dedi durdu, biz de “biz bir şey yapmadık, Allah Tadımca Bar'dan ve senin bacaklarından razı olsun” dedik. Anlattığına göre Bayburt’ta 15 senedir halk koşusunu Sezer kazanırmış. Geçen sene yarıştan önce Kaymakam Hanım yanına çağırıp “Sezer hep sen alıyorsun madalyaları, bırak da başkaları alsın biraz, ne yapacaksın o kadar madalyayı?” demiş. Sezer de “Babam o madalyaları bizim ineklerin boynuna asıyor, sonra satacakken madalyalı inek olarak satıyor, olmaz” demiş. Bana “Abi Avrasya’ya girsem 3,5 saatte koşar mıyım 42km’yi?” diye sorunca bilemedim ne diyeceğimi.

HER ÇIKIŞIN BİR İNİŞİ, HER YARIŞIN BİR BİTİŞİ…
30km sonrası daha kolay geçti. Karanlıktan fazla manzara göremedik ama yakın çevreden o kısımların geçen sefer hayran kaldığımız vadi olduğunu anladık Suna ile. Tanıdık yerlere gelmek de moral oluyor insana. Esas moral şu oldu bana, 30km de Bakiye Abla’ya “herhalde en arkada biz varız değil mi?” diye sorunca “Ne en arkası, 38 kişi başladı siz daha 18.inci geldiniz cevabını aldık. Derken düşe kalka 40km noktasına vardık. Sezer’le tam birbirimizi kutluyor övgüler yağdırıyorduk ki Suna bizi payladı “Beyler daha bitmedi, 5km var hadi bakalım” Kendimize gelip yola koyulduk. Yorgunluktan kambur pozisyonda koştuğumu fark edip kendimi toparlamaya çalışsam da biraz sonra kendimi gene iki büklüm koşar vaziyette buluyordum. Sırt ve karın bölgelerimin ne kadar zayıf kaldığını düşündüm gene.
Çekmeköy'ün gediklilerinden Ufuk Abi madalyasına kavuşurken 

Derken tanıdık tepelere vardık, ufukta bitişten önceki son tepe ve evler belirdi. Hava da aydınlanmaya başladı. Suna’ya saat kaç diye sordum, 7,5 saattir koştuğumuzu öğrendim. Oh bir rahatlama geldi ki sormayın, niye biliyor musunuz? Çünkü her ne kadar yarışmıyor olsanız da eğer bitişe yakın tam saate yakın bir sürede iseniz, kafa karışır, anlamsız bir gaz gelir. Mesela o an 7,5 saat değil de 6:50 veya 7:50 olsa idi diyecektik ki “Aman hadi dişimizi sıkalım da 7 saat veya 8 saat olmadan tamamlayalım” Allah'a şükür böyle bir son dakika gerginliği de olmadı, yumuşak yumuşak indik tepeden, çadıra vardık koşarak. Yorgun ama başlar dik.
yarış sonrası Çekmeköy Ultra Ocakbaşı

Arkadaşlarımız karşıladı bizi bağıra çağıra. Hemen sıcak çay, mangala yakın tabureler. Ve çadır içinde ben diyeyim 10 çeşit siz deyin 20 çeşit “serpme kahvaltı”… Ama yol boyu enerji içeceği içmekten benim mide dükkanı kapamıştı, bir iki haşlanmış patates tırtıklayıp ateş başına döndüm.
canavar bitiş masası

Aykut, Kerem ve Alessia delileri bizden 2 saat önce bitirip bizi beklemişler. Üst baş değiştik, diğer arkadaşlarla helalleştik ve yola koyulduk.

En güzeli de benim o Cumartesi akşamı yarış olduğunu unutup ertesi sabaha eve kahvaltıya misafir çağırmış olmamdı. Eve 07:00 de girip 2 saat uyudum, sonra kahvaltıda ev sahipliği yaptım. Ev sahipliği dediğim de, oturduğum yerden her şeye “Karıcıım çok güzel olmuş valla eline sağlık” diyerek 10 fincan kahve içmek… Ha bir de sabah o arada gidip marketten taze kaymak aldım. O da nefisti.


Bu yarıştan edindiğim tecrübeler
  1. Gece koşacaksan sağlam kafa feneri bul, mutlaka yedek pil hatta fener taşı. Öve öve bitiremediğim kafa fenerim soğukta 6 saat sonra kendini aydınlatamaz oldu, hem de sıfır pille başladığım halde.
  2.  Uzun koşacaksan o göbeği bırak artık. Zaten arkada çanta taşıyorsun, bir de önde taşıma.
  3. Ne kadar antrenmansız olsan da yayma, kalk koş. Böyle şeyleri böyle durumlarda bitirmek feci motive edici.
  4. Yol arkadaşı önemli. Suna seni son 15km de çekmese 10 saatte zor bitirirdin valla.
  5. Yarış tarihlerini adam gibi not et, program yapmadan önce o hafta sonu ne var ne yok iyi bak.
  6. 45km bazen 30km den kolay olabilir, akıllı olup akıllı koşarsan. Akıllı değilsen de akıllı arkadaş bul kendine, o da kabul.
  7. Yarışlara fotoğraf makinesi götür. Yol boyu taşımasan da bitişte bir iki kare çekersin, bir araba yazı yazıyorsun, kuru kuru hiç çekilmiyor… Tüm fotoğraflar sağdan soldan arak.

3 yorum:

  1. Yazı harika, deneyimler müthiş. Eline ve ayaklarına sağlık!

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Çok güzel yazılmış . Tüm arazide koşacak sporcular için iyi ve gerçek bilgileri içeriyor. Bundan sonra koşmak isteyen tüm sporculara ışık tutacaktır

    YanıtlaSil

Hakkımda

Fotoğrafım
istanbul, Türkiye
2006 yılında 1.80 boyum ile 110kg olunca zayıflamak için koşsam mı diye düşünmeye başladım. Internet'te bulduğum 8 haftalık bir program gözüme zor gözükmeyince haftada 3 gün, her seferinde de toplam 20 dakika olacak şekilde koşu antrenmanlarına başladım. 8 hafta sonunda durmadan 30 dakika koşabildiğime o an kendim de inanamadım. Bundan sonra ne yapmalı diye düşünürken Amazon.com da "Koşucu Olmayanlar İçin Maraton Antrenmanı" isimli kitabı görüp maraton koşmaya karar verdim. 3 yıl içinde 5 maraton koştuktan sonra ultra maraton koşma fikrini kendime daha yakın buldum. 2010 senesinden beri aklım fikrim uzun mesafe koşularında. Ülkemizde bu sporun az bilinmesi, yapanların az olması ve maraton koşanlar tarafından bile olduğundan zor hatta imkansız olarak görülmesi epey canımı sıkıyor. Bu blog fikri de bu sıkınıdan doğdu. Gördüm ki yazması koşmasından daha zormuş...