konu başlıkları

29 Nisan 2013 Pazartesi

İznik Ultra 2013 - 80km Orhangazi Parkuru

Shared Photo
bitmeye yakın kendi çektiğim fotoğrafım



Bu sene İznikUltra’nın ikincisini koştum. Alnımın akıyla 80km‘yi bitirdim. Geçen sene ilki düzenlenen yarışta 126km lik parkura kaydolmuş ama 60km noktasında yarışı tek etmiştim. Şaka maka terk ettiğim tek yarış bu oldu şimdiye kadar.

Yarıştan aylar önce başlayan diz sakatlığım düzenli antrenman yapmamı engellemiş, bu da yarışa kadar yeterince form tutamamama yol açmıştı. İznik parkurunu koşan bilir, ilk yarıda ciddi iki tepe var. Her birine 8-9km tırmanıyorsun, sonra o mesafeleri tekrar iniyorsun. Geçen sene gayet amatörce bu yokuşları son sürat koşarak inmeye kalkışınca zaten zayıf kalmış  dizlerim ilk yokuşta epey sızlandı, ikin yokuşta da bizden buraya kadar dediler. Ben de son 3-4km sini yürüyerek vardığım 60km kontrol noktasında yarışı terk ettim. Görevli arkadaşın çantama takılı çipi kesmeden önce duraklayıp “Emin misin bak kesip çıkartıyorum?” diye sorduğu ve göz göze kaldığımız anı hala gayet net hatırlıyorum. Muhtemelen 1-2 saniye almıştır “Evet kes hadi” demem ama o an koşu hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti desem yalan olmaz. Gayet uzun bir "1-2 saniye" yaşadım. 

Sonrası da çok dertli geçti, uzun süre verdiğim kararın doğru olup olmadığını düşündüm. İşin komiği hala da bilmiyorum kararın ne derece doğru olduğunu. Çevremde koşan koşmayan herkes beni kararımda destekledi, devam etsen çok daha kötü olurdu, belki 60km'de değil ama 90km'de hatta 110km'de bırakmak zorunda kalacaktın dediler. Sağlık daha önemli dediler. Bu bile büyük başarı dediler. Ben ama hep “Kral çıplak” diyecek birisini bekledim. Demedi kimse...

Koşturmaca in-da Hooouse (foto: Başak Gürbüz Derman)

Derken bu sene geldi çattı. Gene düzensizlik, gene antrenmansız vücut, geçen seneden daha gelişkin bir göbek. Bir de yarışa 4 hafta kala ormanda koşarken düşüp ayak ve dizimi incitmem saçmalığın tuzu biberi oldu. Hatta doktor o dizle bu kadar yakın zamanda koşmamamı, tekrar ederse bu sefer sakatlığın aylar boyu sürebileceğini söyledi. Berbat bir durum. Diyor ki “Olacak diye bir şey yok, belki de dizin hiç arıza çıkarmaz, ama bir çıkarırsa da en az yaz sonuna kadar bir halt edemezsin”. Şu açıdan berbat, bu yaza üç tane yarışa daha kaydoldum, hepsinin uçak, kayıt ve otel masrafları yapıldı bile. Her şey bir yana maddi açıdan sıkıntı. Hadi paraları geri alsan da moral açsından dibe vurur insan böyle bir durumda. Tabii mantık bu durumda ne der? Saçmalama, otur oturduğun yerde, bir çuval inciri berbat etme der.

Shared Photo
başlamaya dakikalar kalmış Suna ile Kerem'i öne çağırıyorum (foto: Suna Altan)
Bunu gayet iyi bildiğim için ben de mantığıma danışmak yerine ultra koşan arkadaşlarıma danıştım.  Farklı mantıkta adamlara danışarak kendi içinde mantıklı bir iş yaptım yani. Onlar ne dedi? Kendini iyi hissediyorsan koş… Sanırım biraz da bunu duymak için o soruyu sormuştum. Doğru yerde doğru adama doğru soruyu sormak önemli. Mesela doktorla konuşurken söz konusu yarışın mesafesi hiç gündeme gelmedi. Ben de 80km koşacağım demedim. “Bir hafta değnek kullansanız iyi olur” diyen adama “Peki haftaya 80km koşsam bişiy olur mu doktor?” demek pek doğru gelmedi.

Bütün bu yukardakileri niye anlattım? Bu yarışın benim gözümdeki ve kalbimdeki yerini ve Cumartesi sabahı start çizgisinde beklerken kafamda neler dolandığını olabildiğince iyi aktarabilmek için. Bunlar işin iç yüzü. Bundan sonrası yarış raporu tarafı.

Kerem'le ilk metreler. Sağ köşede Cenk... (foto: Hande Güler)
Daha iki yaşında emekleyen bir bebek olması gereken İznik Ultra bu sene gayet de yürümeyi öğrenmiş, kendi ayakları üzerinde duran canavar bir yarış halini almış bile. İki sene içinde bu kadar yol alınmış olunması hayret verecek derecede güzel. Koşucusundan yöre halkına kadar bu olayın benimsenmiş olduğunu görmek çok hoş. Katılımda ciddi artış var. Bence bunda uzun mesafe koşuları hakkında yazan, çizen, konuşan bizlerin de payı büyük. Geçen seneden beri uzun mesafeleri koşabilecek insanların sayısı mı arttı ki? Hayır. Bu sene koşanların hepsi istese geçen sene de sular seller gibi koşardı da haberleri yoktu. Hatta bunları okurken “acaba mı?” diyenler varsa aranızda, sizin de haberiniz yok ama seneye koşacaksınız siz de canavar gibi. İşte bu görme ve kabullenme sayesinde bu sene katılımda ciddi artış oldu.

solda Cenk sağda Kerem (foto. Selim Tuluk)
Tabii bir yarış ne kadar kalabalık olursa o kadar neşeli ve renkli oluyor. Koşunun içi de dışı da cıvıl cıvıl. Dışı dediğim İznik’in nabzı o iki gün daha bir farklı attı. Sokaklarında renkli simalar dolaştı, köylerinden rengarenk adamlar geçti. Çevre köyler de öyle bir bağrına bastı ki bizleri, herkesin aklı kaldı yerel seyircide. Futbol dünyasında “seyircisiz oynama” cezası vardır ya, biz Türk koşucularda bu ceza ömür boyu var. Özellikle maraton koşanlar bilir, ne Avrasya’da ne de Runtalya’da bir “seyirci” yoktur. Seyredenler ya ne olup bittiğini anlamaya çalışır, ya da anlamaz ve bizim yaptığımızı da gayet anlamsızca bulup laf atar, kendince laf sokar, dalgasını geçer. Bu belki böyle okuyunca çok büyük bir şey gibi gelmeyebilir ama saatlerden beri koşan, artık enerji depolarının sonuna gelmiş ve kafası çok farklı çalışan ve hatta belki de artık kafası çalışmayan birisi için yolun kenarından gelen tek bir alkış veya can-ı gönülden söylenen bir “bravo” nelere bedeldir… Hiçbir doping malzemesi, hiçbir vitamin takviyesi ve hatta hiçbir para ödülü o anda o kadar işe yaramaz. Hep bunu arar koşucunun gözü kulağı, özellikle son kilometrelerde ama bulduğu anca “uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı” ile kalır. İznik bu konuda çok farklı işte. Her köyde sanki o köyün askerden dönen delikanlısı gibi karşılanıyorsunuz. Kimse sorgulamıyor yaptığınız işi, o an o köye gelmiş bir misafirsiniz ve tüm köy sizi ayakta alkışlıyor.

80km kadınlar ikincisi Alessia, Falım reklamında... (Foto: Başak Gürbüz Derman)

Yarışa destek veren bütün ekiplerde de bu sevinç vardı, aralarda kontrol masalarında bekleyen görevliler çok yardımcı idi. Ki bu zavallılar yarış bitene kadar orda bekliyor. Hatta son koşucu o noktadan geçinde pılını pırtını toplayıp daha ilerideki başka bir istasyona gidiyor destek vermek için. Bir de bu adamların çoğu gönüllü. Desteğin böylesi. Sağlık ekipleri gözümüzün içine bakıyordu her şey yolunda mı diye. Ciddi bir kontrol altındaydık başımıza tatsız bir şey gelmesin diye. Jandarma bir o kadar güler yüzlü idi. Yüzbaşısından astsubayına kadar gördük yol boyu. Hep güleryüzlü hep yardım sever. Emirle güleryüz ve yardım olmaz. Zamanında denedim ben de 15 ay kadar, olmuyor.

Yarış günü şansımıza hava nefisti. Belki de geçen sene 126m koşanlardan özür diliyordu. Şaka değil, geçen sene ciddi yağmur altında bitirdi uzun parkuru koşanlar. Yağmur koşarken çok dert değil, ama zemin büyük dert. O üzüm bağları oluyor mu sana vıcık vıcık? Bırak koşmayı düz yürümek bile dert çamurda balçıkta. Kaldı ki 14-15 saattir koştuğun bacaklarla daldığını düşün o çamura. Fiziksel olduğu kadar psikolojik savaş. Bu sene daha şanslıydılar, bu şans bitiş sürelerine de yansıdı haliyle. Biz 80km koşucuları da bu şanstan faydalandık, şeker gibi bir havada koştuk parkuru. Hele akşam gün batımına doğru göl kenarında güneş açınca şiir gibi oldu manzara.

Cenk'le yolda. Hava nefis (foto: Suna Altan)

Parkur hep dediğimiz gibi sert. Her anlamda sert. O iki tepe çıkışı ve inişi canına okuyor adamın. Yokuş inmek çıkmaktan daha dertli. Çıkarken yavaşlarsın, yürürsün, olmadı durup dinlenirsin. İniş öyle değil ki? Sen koşmasan yer çekimi koşturuyor seni. İnişte koşmak değil koşmamak zor. Koşsan dizler iflas ediyor, koşmayıp fren yapmaya çalışsan üst bacaklar. Arasını bulmak lazım. Hadi buldun diyelim bu sefer de 8-9km o arada kalabilmen lazım. Zor iş yokuş inmek. Ben iyi tarafından yaklaşıp bu tepeleri avantaj haline getirmeye çalıştım. Dedim ki kendi kendime; “Zaten topu topu iki tepe var. Çıkarken yürürüm, inerken de dinlenirim. Eh aralardaki düzlüklerde de koşarım artık bir zahmet. İşte sana yarış bitti bile” Tabii bu kadar kolay olmadı ama gene de işe yaradı. Bir de hiç toplama bakmadım. Ne ne kadar kaldığına baktım ne de ne kadar koşmuş olduğuma. O an orda olduğumu düşündüm, bir sonraki istasyona ne kaldığına baktım. Böyle yaparsan önünde hiç 80km olmuyor koşacak. Hep 6km 7km veya en fazla 19km oluyor. Bir de bunlar istasyon olduğu için her mesafe bitişinde bir ödülcük bekliyor beni. Yani kendimi 80km lik bir yarış değil de 5-6km lik bir sürü yarış koşmaya hazırladım, işe de yaradı. Ama arada berbat yarışlar da koştuğum hatta süründüğüm oldu.

İznik’e giderken Suna ve Kerem’le beraber koşarız parkuru dedik. Suna yokuşlarda Kerem de düzlüklerde benden kat kat hızlı ve güçlü, bunu bildiğim için başta Cenk’e takılıp biraz önden gittim. Çünkü biliyorum ki ilk yokuşta su kaynatacağım, geri düşeceğim. Bu endişe ile başlarda olabildiğince önden gitmeye çalıştım. Ama tahmin ettiğim gibi ilk çıkışta grubun gerisine düştüm bile. Birileriyle beraber koşmak hem güzel hem de berbat bir şey. Berbatlığı şuradan geliyor, olur da yorulursan ve dinlenmek istersen öndekiler de durup seni bekliyor. Hatta bazen geri koşup seni almaya geliyorlar. Geride kalma şansın yok. Siz gidin yetişirim ben desen de yemiyor, sen koşana kadar bekliyorlar. Feci bir baskı yaratıyor bu da. Kaytaramıyorsun. Yoruluyorsun ama bırakamıyorsun kendini. İşte Kerem ve Suna’nın bu inat desteği çok işime yaradı.

Kerem Yaman'a sevgi ve saygılarımı iletiyorum bu becerisinden ötürü...
Valla çalışılmış bir kare değil. Sonradan haberim oldu (foto: Suna Altan, kulaklar: Kerem Yaman)
Yoksa ya sürem çok daha uzun olurdu ya da bitmezdi gene bu yarış.
Uzun mesafe koşularında kendimi gayet iyi tanıyorum artık. Dört tane ben var bende, benden içeri... İlk ben ilk çeyrekte neşeli, dünyanın sonuna kadar koşmaya hazır, dinamik, hevesli. Derken ikinci çeyrekte yorulan ve zorlanmaya başlayan ben geliyor. Ama bir üçüncü çeyrekteki Ilgaz var ki, düşman başına... Yorgun, aksi, konuşmayan, aptal aptal şeylere sinirlenen, sorulara cevap vermeyen, kaytarmaya meyilli. Olur da bu üçüncü çeyrek sağ salim atlatabilirsek hala bilimsel açıdan varlığını açıklayamadığım bir dördüncü çeyrek Ilgaz’ı geliyor ki onu da tutabilene aşk olsun. Yerlerde sürünen, vızlaya, bazen sözlük anlamında bile ağlayan o adamın içinden nasıl böyle bir enerji çıkar bilinmez. Belki de bitişe yaklaşma psikolojisidir ama her şey rayına oturuyor, neşem yerine geliyor, bacaklar otomatik pilotta koşmaya başlıyor.

Her koşuda böyle bu. O dördüncü çeyrek hiç bitmesin istiyorum. Ama hep bitiyor. Oraya gelmek için de hep o saçma üçüncü çeyrekten geçmek lazım. Neyse karışık durum. İznik’te de aynısı oldu, üçüncü çeyrek aşağı yukarı ikinci tepeye denk geldi, cuk oturdu. Ama son bölüm nefisti. Göl kenarı, batan güneş ve ufukta beliren Orhangazi beldesi. Güle oynaya bitirdik o son bölümü.

Göl kenarına inerken son çeyrek (foto: Suna Altan)

Bu sene bir de şampiyonumuz vardı İznik’te. Geçen sene tesadüfen tanıştığımız, bir kere Belgrad Ormanı’nda beraber koştuğumuz ve İstanbul’dan döndükten hemen sonra 100km kadınlar dünya şampiyonu olan Amy bizimle idi bu sene. Bizimle dediysem yarış haricinde bizimleydi. Yarış sırasında pek bizlerle vakit geçirmedi, önden gitti, yolu açtı. Parkur rekorunu kırdı. 80km de birinci oldu. Gıkı da çıkmadı. Başka dünya şampiyonu tanımıyorum aslında ama hepsi böyle sessiz, efendi, alçakgönüllü ve bir o kadar da cana yakınsa ne güzel. Yanımızda kedi gibi dolaştı. Amerika’da iki kedisi varmış; Sam ve Ella, belki o yüzdendir... Ben Amy’yi çok sevdim, kaldığı sürece her şeyi sordu, yemekleri denedi, Türkçe kelimeler öğrenmeye çalıştı. Ne gördüyse yedi. Her türlü pis boğazlığımıza eşlik etti. Seneye de gel Amy. Daha Sütlü Nuriye var deneyecek.

işte sağımda gözüken Amy (foto: muhtemelen çaycı)

İznik Ultra için pek teknik hazırlık yapma şansım olamadı. Normalde bir antrenman programı izleyerek, belli mesafe ve zaman şemasına göre koşmam gerekirdi. Ama olmadı. Daha doğrusu olamadı. Ben de matematiği bir kenara bırakıp daha “lirik” bir şekilde koşmaya karar verdim. Bu şartlarla koşmak matematiksel açıdan saçma çünkü, biliyorum. İçimden geldiği gibi, antrenman yaparak kazandıklarımla değil de “elimdekilerle” koştum. Bu sebeple çok da teknik bir yarış raporu olmadı bu seferki, farkındayım. Ama zaten katılım, parkur, süreler, eğim gibi şeyleri merak eden sitesinden de öğrenebilir. Ben bu sene bunlara takılmadım pek, uzun bir gezinti mantığında geçti koşu. Eh artık böyle lay lay koşunun raporu da anca bu kadar…

veee mutlu son... Suna kamerayı fark etmiş (foto: Alessia De Matteis)



6 yorum:

  1. Teknik yönü bir yana böyle içten raporlar daha mı faydalı ve yarıştırmaya özendirici oluyor ne ?
    Bana şöyle temposu tempoma uygun bir koşu badisi bulmak vakti geldi.

    YanıtlaSil
  2. Kalemine sağlık... O dördüncü Ilgaz için idare ettiğimiz 3numara hakikaten enteresan bir adam ve gittikçe daha az görüyoruz

    YanıtlaSil
  3. nesi varmis raporun, gayet de guzel olmus iste :)

    YanıtlaSil
  4. Super yazi Ilgaz! Bir cirpida okudum. Ellerine, emegine saglik dostum.

    YanıtlaSil
  5. gecen 60, bu 80, seneye dikkat et....

    YanıtlaSil
  6. Harika bir rapor olmuş hocam, kalemine sağlık... Sen koştukça biz de koşarız :))

    YanıtlaSil

Hakkımda

Fotoğrafım
istanbul, Türkiye
2006 yılında 1.80 boyum ile 110kg olunca zayıflamak için koşsam mı diye düşünmeye başladım. Internet'te bulduğum 8 haftalık bir program gözüme zor gözükmeyince haftada 3 gün, her seferinde de toplam 20 dakika olacak şekilde koşu antrenmanlarına başladım. 8 hafta sonunda durmadan 30 dakika koşabildiğime o an kendim de inanamadım. Bundan sonra ne yapmalı diye düşünürken Amazon.com da "Koşucu Olmayanlar İçin Maraton Antrenmanı" isimli kitabı görüp maraton koşmaya karar verdim. 3 yıl içinde 5 maraton koştuktan sonra ultra maraton koşma fikrini kendime daha yakın buldum. 2010 senesinden beri aklım fikrim uzun mesafe koşularında. Ülkemizde bu sporun az bilinmesi, yapanların az olması ve maraton koşanlar tarafından bile olduğundan zor hatta imkansız olarak görülmesi epey canımı sıkıyor. Bu blog fikri de bu sıkınıdan doğdu. Gördüm ki yazması koşmasından daha zormuş...