2010 senesinde Berlin Maratonu'nu koştum. Hazırlığıyla, seyahatiyle, kazandırdığı
dostlarıyla, koşusuyla çok güzel bir deneyim olmuştu Berlin benim için. Bu yazının devamı olarak okuyacaklarınızı yarıştan hemen sonra yazmıştım.
Hazırlık
Aylar
öncesinden koşu arkadaşım SelimCan’la hayaller kurmaya başlamıştık, artık yurt
dışında bir maraton koşsak diye. Yarış tecrübemiz olmasa da yurt dışı seyahat
tecrübelerimize dayanarak böyle bir organizasyonun nasıl olabileceğini az çok
tahmin edebiliyorduk. Yeterli antrenman zamanını ayırıp yıllık koşu takvimine
baktık, o dönemlere denk gelen Avrupa koşularını inceledik. Bu iş organizasyon
tarafı kuvvetli olması gereken bir iş olduğu için de Almanları seçtik. Önce
Köln veya Frankfurt Maratonlarını düşünürken, ikimizin de henüz görmemiş olduğu
bir şehir olan Berlin’e gözümüz takıldı. Tarih de güzel gözüküyordu, 16
haftalık programı uygulayacak fırsat da vardı, “hadi gidelim bari” dedik. O
kadar önceden karar verip girişimde bulunmanın bir sürü faydası var, en
basitinden kontenjan dolmadan yarışa kayıt olduk, otelde yer ayarladık, hatta
kredi kartı millerimizle avantajlı ve konforlu uçak biletlerimizi bile aldık.
Her şey hazırdı, sadece antrenman yapmak kalmıştı…
Sonra
öğrendik ki Berlin en güzel parkurlardan biriymiş. İniş çıkış yok, dümdüz şehir.
Bir güzel tesadüf de henüz o zamanlar tanışmadığımız ama sonradan samimi
olacağımız üç arkadaşımız Mark, Ayşin ve Mert de Berlin’e kaydolmuş. Mark’la
tanışıklığımız herhalde 3-4 yaşlarımıza denk gelir, ama anca yıllar sonra
birbirimizi Riva Koşusu’nda bulup şaşırmıştık…
SelimCan’la
hadi bu hafta başlayalım yok gelecek hafta derken bir de takvime baktık ki,
bizim 16 haftalık süre çoktan başlamış. Dehşet içinde kitabımızı karıştırırken
bir de 12 haftalık program olduğunu fark ettik, biraz içimiz rahatladı. İkimizin
işleri, evleri, aile düzenleri farklı olduğu için hafta arası koşuları kendi
imkânlarımızla, hafta sonu koşularını da Belgrad Ormanı’nda berber koşmaya
başladık.
Bu programa
başlarken göbeğimden kurtulmaya karar verdim, en azından koşu süremi kısaltmak
için faydalı olacaktı. Ancak yoğun spor ve doğru beslenmeyi kendi bilgilerimle
bir arada götüremedim, tavsiye üzerine, aynı zamanda bir sporcu beslenme uzmanı
da olan diyetisyenime gitmeye başladım. Yapılan ölçümlerde kan değerlerim üst
sınırlarda, kilom da fazla çıktı. Bu yüklerle o kadar mesafe koşmanın pek de
bir anlamı yoktu, derhal hedef koyarak rejime başladım. Rejim işi bir bakıma
benim için motivasyon oldu, gün boyu kafamda koşu fikri ile dolaşmamı sağladı.
Ve düzenli kilo verdikçe bunun koşu performansıma nasıl etki ettiğini de net
olarak görmeye başladım.
Maraton için
izlediğimiz program haftada 4-5 gün koşu veren, hatta en tepe yaptığı
noktalarda hafta arası neredeyse en kısası 1 saat olan koşular içeren
yapıdaydı. Hafta sonları da 3-3,5 saate kadar koşmak gerekiyordu. Bu tempoyu
sosyal hayat ve aile düzeni ile korumak, bir taraftan da işimi aksatmamaya
çalışmak düşüncesi başta beni endişelendirdi. Sonra çözümü erken kalkıp
sabahları koşmakta buldum. Bu sayede uykudan fedakârlık ederek diğer tüm
detaylara sahip çıkabiliyordum. Programa toplamda 4-5 koşu kaçırarak uydum.
Bence en önemlileri olan 32 km koşularını eksiksiz yapabildim, hatta arada 26
olması gereken bir koşuyu 32 km olarak bile koştum.
Belli bir
seviyenin üzerinde ve hedefe yönelik antrenman yapıyorsanız, sadece yola çıkıp
ha babam koşmak yetmiyor. Güçlenme ve hızlanma için koşunun ortasında hız ve
temponuzu değiştirmeniz, hatta bazen hızınızla koşu boyu oynamanız gerekiyor.
Mesafeyi önceden belirleyerek dönüş noktasını bilmek ve oraya kadar koşup
gelmek mümkün, hatta saat de tutarsanız ne mesafeyi ne zamanda koştuğunuz
ortaya çıkıyor. Ama iş belli bir mesafeyi belli bir tempoda koşarken araya
bilmem kaç tane bilmem ne kadar uzunlukta daha hızlı bölümler eklemeye gelince
ölçüm ve kontrol işi sapıtıyor. En kolay çözüm kola takılan koşu
bilgisayarı/saati kullanmak. Bu aşamaya gelince de markalar, modeller, fiyatlar
kafa karıştırmaya başlıyor. Ya çok okuyup inceleyip takip ederek bir karar
vereceksiniz, ya da bu konuları yutmuş, her türlü detaya hakim akıllı bir
arkadaşınız olacak. İşte o noktada sahneye Mark çıktı, marka model seçiminden
ucuza yurtdışından getirme yöntemine kadar ön ayak oldu, kısa sürede cihazıma
kavuştum. Artık koşularımı daha bilinçli ve olması gerektiği gibi yapar olmaya
başladım, ya da başka bir deyişle yaptığımı zannettiğim şeylerin aslında eksik,
yanlış veya farklı olduğunu görmeye başladım. Bu küçücük kol saatinin bana çok
büyük bir katkısı daha oldu. Mark dedi ki, “bu saatle yaptığın antrenmanları
internette bir sayfaya yükleyebilirsin, orada bizler gibi spora meraklı her tür
insan var, sosyal ağ olarak da faydalı, çok motive edici”. Başta sosyallik
tarafı çok bir şey ifade etmese de en azından yaptığım antrenmanları takip
edebilme adına kayıt olayım bari dedim. Kayıt olup da değerleri girmeye başlar
başlamaz hoop 4-5 tane arkadaş türedi. Facebook tarzı olaylara oldum olası
sinir olurum ve mesafeli davranırım, bu da başta biraz öyle geldi. Sonra baktım
insanlar samimi, destek oluyorlar, bilgi paylaşıyorlar, en önemlisi koşuyorlar
ve koşuyu seviyorlar. Futboldan başka spor bilinmeyen memleketimizde ne büyük
bir lüks aslında koşu sporuna gönül vermiş insanları bulabilmek. Derken bu
Dailymile ortamına kendimi kaptırıverdim. Bilgisayar başında arkadaşlarımın
antrenmanlarını okuyup yorumlar yazarak geçirdiğim saatler sebebi ile ev
halkının tepkileri artar oldu. Hiç ölçüm yoktur, bir şeye sardırdım mı fena
sardırırım. Bu da öyle oldu, haftalarım bilgisayar karşısında koşu muhabbeti
yaparak geçti. Sonra biraz alışma biraz da kendimi frenleme ile işin dozunu
azalttım. Ama şaka maka bir sürü yüzünü görmediğim, sesini duymadığım sporcu
arkadaşım oldu. Burası enteresan bir ortam, şehirler, branşlar, hedefler,
beklentiler, diller, dinler farklı. Ortak tek nokta herkesin spor aşkı ve
birbirini bulmuş olmanın verdiği sevinç. Derken bir de baktım ki bu arkadaş
ortamı beni takip ediyor, canım sıkılınca moral veriyor, güzel iş yapınca
takdir ediyor, soru soruyor, soru sorunca hemen cevap veriyor ve tüm bilgisini
paylaşıyor… Bu sayede sorumluluk hissettiğim bir spor çevrem oluşmuş oldu. Uzun
mesafe koşusunun en zor tarafı zaten bence motivasyon, sabah hava karanlıkken
yataktan kalkıp, sokağa çıkıp 2-3 saat tek başına koşmak, bunu günler haftalar
boyu sürdürebilmek çok zor. Kendi başına olunca kolay cayabiliyorsun, beyin
tuhaf bir organ, anında olayı satmak için bir sürü bahane bulup vücudu razı
edebiliyor, koşuyu yarıda bıraktırıp hatta bazen başlamadan bile
bitirtebiliyor. Ama işte seni takip eden bir grup olursa o kadar kolay değil. Düştün
mü elinden tutan birileri var, sırtını sıvazlayan birileri. Basit gibi gözükse
de çok önemli bir detay. Berlin’den bu kadar mutlu dönmüşsem sebebi iyi
antrenmandır, bu sebebin sebebi de işte bu gurubun desteğidir.
Berlin’e bir
hafta kala Riva Yarı Maratonu güzel bir prova oldu, hem Dailymile’dan
arkadaşlarla tanıştım, hem de güzel tempolu bir koşu çıkardım. Dedim ki kendi
kendime, bu tempoyu tutturuyorsam Berlin’de daha rahatını yapabileceğim, bu iş
tamam.
İşte kilo
verme, detaylı antrenman, planlı beslenme, sanal ortam arkadaş desteği derken
12 hafta bitti, yarış günü yaklaştı. Heyecan yok diye atıp tutarken kendimi
yatakta kalbim küt küt atarken ve yarış hayalleri kurarken buluverdim. Acaba
ortam nasıl olacak, hava nasıl olacak, süre nasıl olacak, duvara çarpacak
mıyım, yürümem gerekecek mi?
Yolculuk ve Yarış Öncesi
Tegel Havaalanı Önünde |
SelimCan’la
buluşup havaalanına vardık, her şey yolunda gitti, yarıştan bir gün önce
planladığımız saatte Berlin’deydik. Hava alanından otobüse binerken şoföre
gideceğimiz durağın yaklaşık mesafesini sordum. Herif “sekiz dakika” diye cevap
verdi, tam arkamı dönüp gidecekken seslenip özür dileyerek “dokuz dakika” diye
düzelt. Evet, işte Almanya ve Almanların dünyasına hoş geldiniz… Otobüsün
ardından metro ile göğüs numarası ve çip dağıtılan fuar alanına gittik. Fuar ki
ne fuar. Yer gök koşu dünyası. Çadırlar, mağazalar, ayakkabılar, çoraplar,
taytlar, şortlar, enerji jelleri ve binlerce insan. Her milletten, her yaştan
insan. Hepsi koşmaya gelmiş, herkes ayrı telden çalıyor. İtiş kakış sıramızı
bulduk, SelimCan 15 dakika, ben 45 dakika bekleyerek numaralarımızı aldık. Çip
işini de hallettik, biraz standları gezdikten sonra kalabalıktan bunalıp otele
doğru yola çıktık.
Devasa Maraton Fuarı |
Başak, Mert, SelimCan, Tanya ve Mark |
Otel güzel
ve ferah çıktı, eşyaları odaya kendimizi sokağa attık. SelimCan’ın en sevdiğim
tarafı bira seven bir adam olması. Hemen başladık biracı aramaya, çok bir şey
bulamayınca çevredeki en eli yüzü düzgün İtalyan lokantasına girdik, ben 4
aylık spor orucumu açarak yüzümü pizzaya kafamı da biraya soktum hemen. Oradan
ver elini spor mağazaları. Derken fark ettik ki artık spor malzemesi görmek
istemiyoruz, hadi dedik bir yerde oturalım, Mert’le Başak’ın gelmelerini
bekleyelim. O sırada telefon geldi, Mert pistte olduğu kadar gündelik hayatta
da hızlı ve dakik bir adam, zavallı karısını da peşinden sürüklüyor bu tempoda,
pat diye geldiler buluşma noktamıza. Hemen karşı kaldırımdaki bira evine yatay
geçiş yaparak muhabbete daldık. Biraz sonra Mark, karısı Tanya ve canavar
oğulları Luka geldiler. Luka’nın canavarlığını ertesi gün anladık, ilk gün
pusette son derece sakin bir şekilde uyudu. Canavar dediysem de olumlu anlamda,
sessiz duran ama ters bir durum olursa sinirlenip bağıran, hatta daha da
kızarsa önündekini sana veya kaldırıp yere atan bir adam. Yanlış bir şey yok
yani, kendinden emin ve güçlü karakter sahibi herif Luka. Neyse karakter
analizi ikinci günden kalma, dediğim gibi ilk gün uyuyan sakin bir bebekten
ibaretti kendisi. Bira evinde şaka yapmıyorum herhalde 2-3 saat sadece koşu
konuşuldu. Arada Tanya ile Başak’a bakıyorum ne zaman bileklerini kesecekler
diye ama hiç de öyle değil, belli ki sevdikleri adamın sevdiği şeye saygı
gösteriyorlar, lafa katılıyorlar, arada kocalarıyla dalga geçiyorlar. “Her
başarılı erkeğin arkasındaki bir kadın” durumu. Bizde de var bir tane ama evde.
Berlin’e gelemedi. Hatta evde de değil Antalya’da o esnada iş için. Mert’le
Mark akıllı tabi, zaman hedefleri falan var ertesi gün için, birer bira içip
dur dediler. Benim tuzum kuru, 4 aydır bira görmemişim, önüme koydular bira
bardağını, bomba diye karakola götürmediğime şükretsinler… Bir de birayı yavaş
içememe gibi bir problemim var, baktım bizimkiler tıngır mıngır içiyor, Almanca
bilmenin de verdiği güvenle “getir kızım sen ordan bana büyük boy bir bira”
dedim. Garson kız elinde bir vazo, vazonun da içi bira dolu olarak geldi. Dört
aylık biramı içtim, en önemlisi gözüm doydu. Derken uykular geldi, erken
yatalım diyerek ayrıldık. Yarış sonrası telefonlaşıp buluşuruz dedik. Ayşin de
bizim internet ortamından bir arkadaş ve koşu için Berlin’de ama abla ve
abisini bulmuş, haklı olarak aile saadetine girmiş, canlı yayına telefon
bağlantısı ile katıldı. Sonra hepimiz otellerimize dağıldık.
Yarış Sabahı
Yarış Sabahı Otel Odası |
SelimCan’la
başucumuza koyduğumuz 1,5ltlik sularımız içmiş, bol bol tuvalete kalkmış olarak
uyandık, günlük kıyafetlerimizi giyip erkenden kahvaltıya indik. Daha
asansörden ortalık taytlı koşu ayakkabılı adam kaynamaya başladı. Kahvaltı
salonu da aynı şekilde. Hatta bizimle masalarını paylaşan Alman çiftin
koşmadığını zannederek, aman iyi bak aklı başında birileri de var dedim ama
meğer teyze koşacakmış, amca seyirciymiş. Teyze dedi ki; bunların hepsi kaçık,
birazdan gidecekler, aklı başında misafirler kahvaltıya inecek o zaman. Alman
peynirleri ve jambonları ile fazla kendimizi kaybetmemeye çalışarak kahvaltımız
yaptık, odaya çıkıp giyindik. Son derece sportif gözüküyorduk artık, hemen
fotoğraf çektik odada. Sonra kesilerek kol ve yaka delikleri açılmış çöp
torbasından yapılma yağmurluklarımızı kafamıza geçirip yola koyulduk. Hep
yabancılarda görürdüm bu âdeti, sonra en son Avrasya’da da uyguladık, kolay bir
çözüm, torba hem ısıtıyor, hem koşu öncesi yağmurdan koruyor, hem hafif, hem de
ucuz, koşmaya başlamadan hemen önce çıkartıp atıyorsun çöpe. Start alanına
kadar herhalde 25 dakika yürümemiz gerekti. Start alanı diye bir şey yok zaten,
“start bulvarı” var. 17.Juni Caddesi herhalde 2 km uzunluğunda 6 şerit bir yol,
tamamen bu işe ayrılmış. Ortalık insan seli, koşucular 40.000 kişi, 2-3 katı da
seyirci var. Çalılara işeyen işeyene. Elimizdeki kişisel eşya torbalarını
teslim edecek çadırları ararken başlama zamanı geldi bile. Ön grup koşmaya
başladığında biz hala torba teslim edecek çadır arıyorduk. Neyse torbalardan
kurtulup kendi alanımıza geldik, çizgiyi geçmemiz resmi start saatinden 20
dakika geç oldu. Allahtan ayakkabıdaki çip bu işe yarıyor, start çizgisini
geçtiğin anda kişisel süren işlemeye başlıyor.
Yarışın İlk 10 kmsi
Start Öncesi |
Yağmur
altında koşmaya başladık. Koşmak dediysem tempo 6 dk/km. Hedefimiz olan 4 saat
için bizim en az 5:40 koşmamız lazım ama mümkün değil. Herkes koşuyor ama tempo
yavaş, pardon pardon diyerek aradan geçmek mümkün değil. Her yer seyirci
kaynıyor, sağlı sollu insanlar yollara yığılmış, tam bir karnaval havası.
Derken yol biraz ferahladı, aralarda boşluklar oluşmaya başladı, biraz daha kontrollü
ve rahat koşar olduk. O kadar kalabalığın güzel bir tarafı da soğuğu az
hissetmek. Derken ısındık, bacaklar açılmaya başladı, etrafı seyrederek
koşarken o da ne “Ciğerimin köşesi, kız bu neyin cakası” aaa Tarkan… Yani
kendisi değil de teypten bangır bangır “Oynama şıkıdım şıkıdım” nağmeleri
geliyor. Her adım başında müzik çalan gruplar var, bazıları da teypten yayın
yapıyor. Tarkan’ı geçtik sağda solda pideci kebapçı tabelaları başladı. Türk
mahallesi herhalde derken bir de baktım Ziraat Bankası. Sucuk kokusu da
eklenince ortama, tamam dedik evdeyiz… 7.km de Türk kültürü ile vedalaştık.
Derken sağda solda çadır tenteler altında canlı müzik yapan gruplar başladı.
Neredeyse her 2km de bir canlı müzik. Tek başına saksafon çalan da var, Afrika
davulları grubu da var, 4-5 kişilik rock grupları da var. Hatta bir ara 25
kişilik üflemelilerden oluşan bir caz orkestrası gördük. Derken Japon davulları
geldi (onlar sabitti de biz önlerinden geçtik) sonra samba yapanlar, Latin
müziği çalanlar… Yollara sığmayanlar tepelere tırmanmış, evlerin balkonlarından
camlarında aileler sarkıyor, kafelerin kapılarına aşçılar ve garsonlar çıkmış
kepçelerle tavalara vurarak ritim tutuyorlar. Rüya gibi. O yağmura rağmen
aileler gelmiş, herkesin ellerinde pankartlar, bayraklar. En güzeli de insanlar
genele hitap eden pankartlar taşıyorlar, Almanca şöyle şeyler yazmışlar :
“hepiniz birincisiniz” “aynen devam ha gayret”, “herkes kazanır”, “çok iyi
gidiyor”. Yani halk olayı destekliyor, koşanlara saygı ve sevgi sonsuz.
Bunlarla oyalanırken bir de baktım 10.km bitmiş bile. O aralarda SelimCan’la
ayrıldık, kendi tempolarımızda koşmaya başladık.
10-20km Arası
SelimCan'ın afilli fotoğrafı |
Her yanım
koşucularla dolu bir şekilde koşuyordum. 5km de bir enerji jeli içmeye dikkat
ettim, elimde taşıdığım mataranın faydası büyük oldu. 42km boyunca elde yarım
kilo su taşımak yorucu olabiliyor, ama tam doldurmadan taşımak da suyun her an
el altında bulunması adına son derece faydalı bir iş. Ben de istasyonlarda
durup suyla boğuşmadan, verdikleri suyu bardaktan mataraya doldurarak devam
ettim. Su istasyonları zaten kabus gibi, herkes durup su içiyor, yerler halı
gibi plastik bardaklarla kaplı, birine çarpmamak, suya ulaşmak, yerdeki
bardaklara basıp kaymamak için ayrıca çaba sarf etmek gerekiyor. Matara bu
anlamda çözüm oldu, çok bulaşmadan yoluma devam edebildim. Hatta durmadan
koşmak gibi bir hayalim olduğu için su bardaklarını bile koşarken alıp devam
ettim. İkinci 10km parkuru rahat geçti, bacaklar ısındı, çevreyi seyredip keyif
alır oldum, yağmuru unuttum. Gözlerim babamları arar oldu, o kadar kalabalık
ki, acaba görmeden geçme ihtimalim var mı diye düşünmeye başladım. Bir taraftan
da kendimi gözlemliyorum, bacaklar iyi durumda, nefes ve nabız da iyi. Aynen
devam diyorum kendi kendime, yarı maraton noktasına kadar bu tempoda devam. Bir
hafta önce rahat bir yarı maraton koşmuşum zaten, arada dinlenme de oldu, rahat
rahat gelirim yarı noktaya. Acaba diyorum yarıda küçük bir mola vermek gerekir
mi? Duruma göre bakarız diyerek yola devam ettim. Hedef yarıyı da geçip 32.km
ye perişan olmadan ulaşmak. Orada da duruma bakar son 10kmyi kalan gücüme göre
koşarım dedim. Yani ikinci 10kmlik parkuru dert etmedim, hedef tempoya yakın
bir şekilde bitirdim.
20-30km Arası
Evet, yarı
maraton mesafesine geldik işte. 5km de bir jel işi midemi rahatsız etmeye
başladı, tamam güçten düşmüyorsun da hep aynı kimyasal tat biraz sonra sıkmaya
ve mideyi rahatsız etmeye başlıyor. 25. km de almam gereken 5. Paketi 27. km ye
kaydırdım kafamda, hem böylece 32km ye geldiğimde gene 5 kmlik aralığa dönmüş
olacağım. Etrafta durup işeyenler çoğaldı. Hem havanın soğukluğu, hem de sıvı
tüketimi işeyen sayısını arttırıyor. Zavallı kızlar aradaki mobil tuvalet
kulübeleri önünde sıra oluşturmuş, erkekler ise araziye karşı yaylım ateşi
açmış durumda. Herhalde bakmaktan, benim de çişim gelmeye başladı. Ama feci
motiveyim, hiç durasım yok. Hatta diyorum ki, acaba bu tempoda devam edersem,
bitişe gelirken dayanamazsam, koşarken işesem ne olur, fark edilir mi? Hani
kolejlere giriş sınavlarından önce anlatırlardı ya, efendim sınavda saniyeler
önemliymiş de, çişe gidersek kaybedeceğimiz her saniye bilmem kaç soru demekmiş
de… Bu da öyle işte? Bir dursan yanından yüzlerce kişi geçecek. Kolumdaki saate
bakıyorum, 32 ye ne kadar kaldı diye hesap yapıyorum. Ekranda sadece geride kalan
mesafe ve tempo var, diğer verileri kapattım, nabız ve saate bakmıyorum
heyecanlanmayayım diye. Planım 32km de saate bakmak, durumumu gözden geçirip
son 10 kmyi buna göre koşmak. Ama mola düşüncesi hep kafamda, mola vermek
istemiyorum ama bir taraftan da kendimi gözlemleme halindeyim sürekli, mecbur
kalmadan yürümek veya yavaşlamak iyi bir çözüm olacak. Diyorum ki 32km de bir
çiş molası verip nabız düşürüp sonra gazlarım. Derken 32km ye yaklaştık, arada
etrafı seyretmekten tuvalet işini unutmuşum bile.
32.km ve Sonrası
Bu 32
aslında bizlerin yarattığı bir nokta. Son 10km kalması durumu. Bir de
antrenmanlarda çoğumuzun koştuğu en uzun mesafe 32km. Yani 33.km ye ayak basmış
olanımız az, anca daha önceki maratonlardan tecrübemiz var, bir de kaçık
arkadaşımız Mert sanırım 34 veya 36kmler koşmuştu programını zorlayarak. Neyse
Allahtan son antrenmanlarda 32kmyi mutlu ve güçlü bir şekilde bitirmiştim. O
açıdan kafam Berlin’de de rahattı, dedim ki kendi kendime “Bu 32 zaten
bildiğimiz bir nokta, hedef orası olsun, sonrasına bakarız” ama bir yandan da
sürekli kafamda “oldu bu iş, güçlenmişim, canavar gibi biter bu Berlin” diyen
bir ses. Bir de bu noktaya kadar etraftaki herkesi geçerek gelmişim, aralardan
zikzaklar çizerek geçiyorum, sürekli bir insan solama durumu. Bu da motive
edici bir şey, insanı ileri sürüklüyor, hızlı koşuyormuş hissi uyandırıyor.
Hatta 30km sonrası yavaşlayanlar, duranlar, bacak esnetenler, acı çekenler
çoğalıyor, bu da moral veriyor insana, “bir zamanlar ben de o noktadaydım”
diyorum içimden. Ama artık mesafeler uzun gelmeye başlıyor, zaman daha zor
geçiyor. Tamam, duracak gibi değilim ama her saate bakışta, kafamdaki biten
mesafe tahmin geri kalmaya başlıyor, o kadar koşuyorum sonra bir de bakıyorum
ki aa sadece 500m gitmişim. “Az gittik, uz gittik, arpa boyu düz gittik”
durumu… Neyse 32km sonrası uygun bir yerde sağa çekip çiş molamı veriyorum. Oh,
rahatlama hissi. Nabız da düştü ama o da ne, yanımdan yüzlerce kişi geçti o bir
dakika içinde. Hemen yola koyulup gene bir sürü insan geçiyorum, artık saate de
bakabiliriz 10km kaldığına göre. Eyvah saat 3:11 gösteriyor, yani yaklaşık 50
dakikada 10km koşmam lazım. Tamam, olur, yapmadığım iş değil daha önce, hem
10km de son derece sevimli bir mesafe, fırt diye biter. Hemen tempoyu
arttırıyorum, 5:40 yerine 5:20 hatta bazen 5:00lerde koşmaya başlıyorum. İki
kilometre gidiyorum ki o da ne duvar mı gözüktü ufukta ne? Artık vücudumu
tanıdığım için ilk ufak baş dönmesi ve göz kararması belirtisinde frene
basıyorum. Durmuyorum ama tempoyu alıştığım hıza düşürüp, hatta biraz daha
yavaşlayarak bir nevi “boşa alıyorum”. Maksat kendime gelmek, maratonu sağ
salim bitirmek. Diyorum ki toplamda 4:00’ün altına düşmek şu anda mümkün değil.
Kalan mesafeyi yüksek tempoda zorlayacak durumda değilim. Sonradan düşününce “belki
o noktaya kadar ufak ufak zorlasaymışım daha çok zamanım kalırmış son 10km ye…”
diyeceğim ama o hesap ta çok doğru değil, biliyorum ki baştan zorlarsam bu
sefer aynı noktaya evet daha erken ama daha yorgun gelme ihtimalim de var. İnce
bir çizgi var işte o iki durum arasında. Neyse sağlık olsun diyerek yola devam
ediyorum, orta noktalarda artık bacaklarımın arkaları kendilerini hissettirmeye
başlıyor. Ama dizlerim hiç arıza çıkartmadı, bu bile çok güzel haber. Babamlara
bakıyorum hala yoklar ortada.
40.km ve Bitiş
Bitiş çizgisi (Net süre 4:13, bu kadar gecikmişiz) |
Artık
pankartlar çoğalıyor, “hadi bitti geçmiş olsun”, “ha gayret son kmler”
gibisinden yazılar çıkıyor karşımıza. Nerde bitti, daha 2km var, dile kolay…
Hatta kol saatim şaşmış, saate göre koşuyorum ama yol tabelaları biraz arkadan
geliyor. Neyse fark az, 400m civarı. Koşulur artık o kadarı da. Son 2km
olmasının gazı ile tempoyu arttırıyorum, bakıyorum keyfim yerinde, bari diyorum
tempolu geçeyim finişi. Son düzlüğe geliyoruz, kocaman bir meydandan geçiyoruz,
tam o sırada soldan adımı duyuyorum. Aha babamlar gelmiş işte. Allahım 41.km de
durmuş beni bekliyorlar, ellerinde fotoğraf makinesi, “dur bir resim çekelim”
diyorlar. 41km ve durup resim çektirmek! Şaka gibi. Aile içi samimiyetimize
dayanarak elimle terbiyesiz bir hareket yaparak koşarken poz veriyorum.
Hareketin Türkçesini yaptım nasıl olsa, Almanlar anlamaz, sorun yok. İlerde
beyaz büyük kapı, yerde de kırmızı elektronik ölçüm halısı, hah diyorum finişe
geldik… Tam saatimi durduracağım, bir de bakıyorum ki bitiş işin biraz cılız
bir ortam. O da ne taa ilerde tabela var, Almanca hedef yazıyor. Hah daha
bitmemiş, hadi bir gaz oraya kadar da koşuyorum, finişi gülümseyerek ve gururla
geçiyorum. Saatim 4:13 gösteriyor. Kendi adıma nefis bir değer. İlerde trafik
sıkışıyor, yarışı bitiren yüzlerce kişi daracık bir yerden geçerek
madalyalarını alıyor. Kalabalıktan göğe duman çıkıyor resmen. Ter bulutu.
Madalyamı alıp devam ediyorum, hava meğer ne kadar soğukmuş. Durunca donmaya
başlıyorum. Adidas markalı naylon örtüler dağıtıyorlar, hemen sarılıyorum bir
tanesine biraz ısıtıyor. Eşya torbamın peşine çadırlara gidiyorum. Numaram
yazan çadıra gelince, pat diye getirip veriyorlar torbamı. Hemen kuru tişört ve
çorap giyiyorum, yanımda getirdiğim sevgili muzumu yiyorum. Fazla doğal Alman
amcalar etrafta soyunuyorlar, donlarına kadar çıkartıyorlar, allahım bu ulusal
doğallıkları nereye kadar? Sünnetsiz herifler ormanı. Neyse etrafa çok
takılmadan, yerde de fazla oturup mayışmadan devam ediyorum. Yönüm şaşmış,
otele gitmek için adres soruyorum, “aaa çok uzak yürünmez metroya bin”
diyorlar. Hani yürüyerek gelmiştik? Neyse düşünecek halim yok, metro fikri de
sıcak geliyor, zaten hava buz, tişört üzerinde naylon torbadan başka bir şeyim
yok, en yakın istasyona yürümeye başlıyorum. Etraf benim gibi torbaya sarılmış
madalyalı adam kaynıyor. Hep beraber metroya gidiyoruz. Ama o halde herhalde
2-3km yol yürüyorum. Yorgunum ama bir bakıma da iyi bir şey yürümek. Derken
istasyon, oradan aktarma derken otele varıyorum. SelimCan odaya gelmiş, duş
almış, giyinmiş bile. Derecesini öğreniyorum, 4:27 süper. Aramızda çok fark
yok, ama benden önce gelmiş otele. Ben küçük bir tur yapmışım metro falan
derken. Toparlanıp çıkıyoruz otelden, Mertler ve Marklarla buluşuyoruz. Bu
sefer herkes daha fazla bira içiyor, nefis. Herkes mutlu, herkes beklediğinden
iyi koşmuş, herkes ortama hayran. Zaman güzel geçiyor, kalkıp vedalaşıyoruz, en
erken dönen biziz memlekete, taksiye binip havaalanına geliyoruz. Bu arada
şoför de Türk çıkıyor, yolda türkü dinleye dinleye geliyoruz. Bir gece kaldık
Berlin’de, hava alanındaki polis, otel resepsiyonundaki görevli ve taksi şoförü
Türk çıktı. 24 saatte 3 Türk. Her 8 saatte bir Türk’e rastlanan bir şehirdeyiz…
Anrenman ve Genel Durum Değerlendirmesi
Evet,
Avrupa’da bir maraton koşmak şartmış. Şartlar uygunsa bu işle uğraşan herkes
yapmalı mutlaka. Bizdeki işlerden çok farklı. Yol boyu seyirci demek,
kendinizle uğraşacak, ağrınızı sızınızı fark edecek zamanınız kalmaması demek.
Bizim Avrasya’da yarıdan sonra her anlamda kendi başınıza kalıyorsunuz. Zaten
az adam var koşan, ara mesafeler de açılmaya başlayınca 200m önünüzde bir adam,
200m arkanızda bir adam kalıyor koşarken. Trafik kapatılınca yollar da bomboş,
kenarda durup seyredenlerin de çoğu destekten çok meraktan gelmiş ve yaptığınız
işten ötürü size akılsız muamelesi yapan, hatta bazen yanındaki diğer
hödüklerden cesaret bulup bunu size bağırarak söyleyen kafasızlar oluyor. Son
derece depresif bir halde koşuyorsunuz. Yollar boş, yalnızsınız, alay eden tek
tük seyirciler var, zaten yorulmuşsunuz, kendinizi ve yaptığınız işi
sorgulamaya başlıyorsunuz. Hâlbuki Berlin işte bunun tam tersi. Sürekli bir
tezahürat, destek durumu var. Sporun nasıl uluslararası bir dil olduğunu
hissettiriyor insana. Müzik sizi ileri taşıyor. Büyük bir topluluğun parçası
olduğunuzu görmek ve hissetmek çok büyük bir kendine güven duygusu uyandırıyor
insanda. Bazen düşünüyorum acaba yanlış ülkede miyiz diye, ama sanırım böyle
bir şey yok, yani bu ülkede olmamız aslında doğru olanı, galiba seçimlerimiz
yanlış. Aklıma hep Jamaika’dan kalkıp gelen, bob slate kızak sporu ile uğraşan
adamları anlatan komedi filmi geliyor. Onun gibi bir şey bu bizim için, sokakta
koşarsan uzaylı muamelesi görüyorsun. Yakın çevrenin bile koşmanı kabullenmesi
zaman alıyor. Malzeme desen alabileceğin üç beş marka var. Karşıdan koşarak
geldiğini görenler kenara bile çekilmiyor, inat edersen çarpışıyorsun. Tayt
giyen erkek “vatan haini”. Atletle koşan kadın “o yolun yolcusu”. Adını duyuran
“Türk” atletler hepimizden siyah. Hani zeki, çevik ve ahlaklı kesim? Yerel
koşular bunamaya yakın asabi “master” amcalarla dolu. İşte bu ortamdan kalkıp
Berlin gibi bir ortama girince zaten maratonun yarısını kültür şoku ile
koşuyorsun, ikinci yarı da bu düşüncelerle geçiyor. Hem iyi hem kötü. Ama
kesinlikle yaşanması gereken bir tecrübe.
Antrenmana
gelince; programımı Dailymile’daki diğer arkadaşlarımın programları ile
kıyaslayınca hep endişe ediyordum. Hepimiz aynı amaç için uğraştık ama çok
farklı antrenman yaptık. Tamam hız ve uzun mesafe mantığı hepsinde aynı ama ben
hafta arası hep uzun uzun mesafeler koşarken diğer arkadaşlarım daha kısa ve
daha spesifik antrenmanlar yaptılar. Açıkçası Berlin’deki durumuma şaşırdım,
zaman belki hayalini kurduğum gibi olmadı ama kazandığım güce ve bununla gelen
morale inanamadım. Tabi işte tecrübe denen şey şu, daha fazla maraton koşmuş
olsam, kendimi 30kmlerden sonrasında daha iyi tartma şansım olacak. Ya da başka
bir deyişle 30km ye gelene kadar “aman enerjim bitmesin” endişem olmayacak,
daha verimli koşabileceğim ve daha iyi zamanlarda 30kmye varmış olacağım, evet
gene 10km kalmış olacak ama o zaman o kalan 10kmyi daha rahat tempoda
koşabileceğim. Bilinmeyen her zaman korkutucu oluyor. Ne durumda olacağımı
bilemeden kendimi zorlayamıyorum. Tabi zorlamadan da ne seviyeye geldiğimi
bilmiyorum. Kafamdaki seviye aslında olduğum seviye değil, geçen
tecrübelerimden aklımda kalan seviye. Hep bir yorulma, tamamlayamama endişesi
ve buna bağlı olarak gelişen yavaşlama ve savunma mekanizması. Neyse ama bunlar
hep deneyim oldu, programa da haksızlık ettiğimi fark ettim, kendime de. Biraz
daha kendine güven ilerisi için daha iyi olacak gibi. Bir başka endişem de
gelecek seneye hedef olarak koyduğum 63kmlik ultramaraton kararımdan pişman
olmaktı. Herhalde 30km sonrasında çok pişman olacağım, daha önce yaptığım gibi
o noktalarda kendimi sorgulamaya başlayacağım diyordum. Hiç de öyle olmadı,
bilakis kararımdan ve kendimden gurur duydum, bu işi yeterli antrenman ile
gayet de güzel bir şekilde tamamlayabileceğimi gördüm. İnsan vücudu enteresan,
benim gibi miskin bir adam bile bunları yapabiliyor. Ama beyin daha da
enteresan. Onun antrenmanı vallahi daha zor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder