Son maratonum olan Berlin'den önce kafaya koymuştum burada koşmayı. Ne zamandır
ultra koşmak için kaşınıyor, uluslararası yarışlara bakınıyordum. Ultra koşmak
benim için bir ilk olacağı için nispeten kısa bir mesafe olsun diyordum.
Araştırınca 50km lik yarış çok, ama kalkıp da sırf 8km için maraton mesafesini
geçmek çok anlamlı olmaz gibi geldi düşününce. 100km ve üstü koşular için de
biraz erken olabilirdi. İlk seferde dağlara tepelere vurup ormanlarda koşmak da
doğru olmayacaktı, patika koşusu apayrı bir dünya ve bu konuda tecrübem az.
Kısacası bana gereken asfaltta koşulacak, 50 ile 100km arası mesafede, Avrupa
sınırları içinde yapılacak bir yarıştı. Derken karşıma Connemara Maratonu
çıktı, tam bu iş için biçilmiş kaftan.
Resimlere falan baktım, doğası da nefis.
Irlanda topraklarında koşmayı da hep hayal ediyordum gördüğüm resimlerden yola
çıkarak. Derken kararımı verdim, yeni hedef olarak Connemara'yı koydum önüme.
Hemen kayıt işlerini hallettim, bilet ayırttım, vize çalışmalarına başladım.
Ufak bir ayrıntı kalmıştı geriye; antrenman yapmak... Maraton konusunda internette birsürü program var. Hatta değişik antrenman sistemleri bile mevcut, her seviye ve hedefe göre program seçebiliyorsun. Ne yazık ki ultra için bu gibi hazırlop seçenekler yok. Tabi kabaca programlar mevcut ama maratondaki gibi detaylı seçenekler yok. Sonra anladım ki zaten buna gerek de yok. Belli seviyede bir koşucu iseniz daha doğrusu belli bir mantıkta antrenman yapmayı biliyorsanız size yol gösterecek programlar bunlar. İşin mantığını bilip kendinize göre adapte etmeniz lazım. Ultra antrenmanının maraton antremanından çok da büyük bir farkı yok. Maraton programlarının genel mantığı haftada ortalama dört kez koşturması. Orta-kısa-orta-uzun şeklinde haftayı tamamlıyorsunuz, git gide mesafeler uzuyor, seviyeye göre en fazla 32km lik koşular veriyor, hedefe göre de teknik hız çalışmaları içeren koşular var. Ultrada bu kadar detay yok. Daha çok süreye odaklı koşular var, insanı çaktırmadan belli bir mesfeyi bitirmeye değil de belli bir süre koşmaya hazırlıyor. Şimdi anlıyorum ki en büyük numara uzun süre koşmaya alışmak, uzun saatleri sindirmek. Bu arada zaten güçleniyorsun ve mesafe de kendiliğinden geliyor. Vücudu yüklenmeye alıştırmak için de peş peşe günlerde uzun koşular var. Ben bu koşuları Cuma ve Cumartesi olacak şekilde ayarladım ama itiraf etmek gerekirse hiç arka arkaya koşamadım. Ya araya bir gün girdi ya da mesafeler değişti. 16 haftalık programımı elimde olan ve olmayan sebeplerden epey aksattım. Düşünüce belki de programa anca %70 uyabilmişimdir diyebiliriz. Ama bu sefer hiç kafaya takmadım, esnek olmaya çalıştım. İyi ki de takmamışım. Ha belki o arada atladıklarımı tamamlasam koşuda toplam sürem biraz daha kısalırdı ama o zamanki şartları zorlamaya değer miydi bilemiyorum. İşte bu şekilde zaman akıp geçti, Nisan geldi çattı. Koşuya iki hafta kala "aktif dinlenme" evresi başladı. Yani uzun koşular bitti, git gide kısalan koşular başladı. Gene de koşuya 2 hafta kala ben hala ardarda yarı maratonlar koşuyordum. Velhasıl 16 haftalık program, başta çok uzun gözükse de bir şekilde bitti...
YOLCULUK ve İRLANDA KÜLTÜRÜNE GİRİŞ
Yarış Öncesi Yeme! dedikleri.. |
Meltem'le Cuma gününden yola koyulduk. Önce Dublin'e geldik, Cuma gününü şehir
gezip pisboğazlık ederek geçirdik. Bütün koşu kitaplarının hemfikir olduğu bir
konu vardır; yabancı bir şehre gidiyorsanız koşudan önce kendinizi çevreye
kaptırıp gücünüzü gezerek harcamayın, fazla yemek yemeyin. İyi de kardeşim gel
de uy bunlara bu şehirde. Hem daha koşuya iki gün var, ne gerek var manastır
hayatına? Bunları yapmayacaksak Mecidiyeköy yollarında da koşmayı biliriz, o
kadar yol gelmişiz, sormazlar mı adama naaptın neettin oralarda, nasıl İrlanda
birası bizimkine göre güzel mi diye falan...
Irlanda kocaman bir çayır. Uçaktan bunu anlıyorsun zaten. Dağ yok, tepe yok, ağaç yok, her yer çimen, ot ve çalı çırpı. Coğrafyasını daha iyi anlamak isteyen gitsin kırtasiyeden kareli kağıt ve her tonda yeşil boya kalemi alsın, bir de tipeks. Sonra kareli kağıdı kafasına göre karelere bölerek yeşil tonlarında boyasın. Bunlar tarlalar çayırlar işte. En son da tipeksle tepeden gelişigüzel beyaz noktalar püskürtsün, aha bunlar da koyunlar olsun. Al sana Irlanda haritası. Şehirlerde de binalar alçak, hepsi iki katlı, üç katlısı nadiren var. Bakınca göz alabildiğine uzanan bir yeşillik ufka kadar. Kocaman bir futbol sahasının ortasında gibi. Dublin şirin bir şehir, sıcak, insanları samimi. Hepsi genetik geveze. Suna ve Çağın uyarmıştı bu milli gevezelik konusunda da bu kadarını tahmin edememiştim. Birine merhaba de, soru sormana gerek kalmadan çocuklarına, ev kirasına, işine kadar her şeyini anlatıyor. Genel sıkıntı aynı, herkes ekonomik sorunlardan dertli. Geçen senelere kadar her şey mükemmelken bankaların bok yemesi sonucu herkese yüksek krediler verilmiş, ciddi borçlar başlamış ve çoğu kişi bu yüzden batmış. Ekonomi çuvallamış, herkes kara kara bu borçlardan nasıl kurtulunacağını düşünüyor. Bir Avrupa ülkesine göre çok daha sıcaklar, iletişim derdi diye bir şey yok.
Ekonomik problemler, Irlanda birası derken Cumartesi oldu, trene binip Galway'e ulaştık. Sevgili Çağın'ın kalbini bıraktığı memleket... Valizlerden kurtulup şehri gezmeye başlayınca çok da haksız olmadığını anladık. Önce kayıt işlerini halletmeye gittik, şehrin hafif dışında bir otel. Kayıt masaları boştu, hemen göğüs numaramı ve çipimi aldım. Fazla sallanmadan şehir merkezine döndük. Akşam kalacağımız otel koşunun başlayacağı ve biteceği kasaba olan Connemara'da. Bu kasabada pek bir halt olmayacağını tahmin ettiğimiz için son otobüse kadar Galway'de sallanalım dedik. Galway cıvıl cıvıl bir yer, sanki üniversite, hatta lise kantini gibi. Hele bir yaya bölgesi var ki yan yana yüzlerce dükkan ve pub. Şirin dükkanlar, hepsine girip çıkası geliyor insanın. Bir de bit pazarı gibi sokak bulduk, etrafa hayran kala kala gezip sonunda kendimizi bir lokantya attık. Gayet leş bir yemekten sonra otobüsümüze binip Connemara yollarına koyulduk.
Irlanda kocaman bir çayır. Uçaktan bunu anlıyorsun zaten. Dağ yok, tepe yok, ağaç yok, her yer çimen, ot ve çalı çırpı. Coğrafyasını daha iyi anlamak isteyen gitsin kırtasiyeden kareli kağıt ve her tonda yeşil boya kalemi alsın, bir de tipeks. Sonra kareli kağıdı kafasına göre karelere bölerek yeşil tonlarında boyasın. Bunlar tarlalar çayırlar işte. En son da tipeksle tepeden gelişigüzel beyaz noktalar püskürtsün, aha bunlar da koyunlar olsun. Al sana Irlanda haritası. Şehirlerde de binalar alçak, hepsi iki katlı, üç katlısı nadiren var. Bakınca göz alabildiğine uzanan bir yeşillik ufka kadar. Kocaman bir futbol sahasının ortasında gibi. Dublin şirin bir şehir, sıcak, insanları samimi. Hepsi genetik geveze. Suna ve Çağın uyarmıştı bu milli gevezelik konusunda da bu kadarını tahmin edememiştim. Birine merhaba de, soru sormana gerek kalmadan çocuklarına, ev kirasına, işine kadar her şeyini anlatıyor. Genel sıkıntı aynı, herkes ekonomik sorunlardan dertli. Geçen senelere kadar her şey mükemmelken bankaların bok yemesi sonucu herkese yüksek krediler verilmiş, ciddi borçlar başlamış ve çoğu kişi bu yüzden batmış. Ekonomi çuvallamış, herkes kara kara bu borçlardan nasıl kurtulunacağını düşünüyor. Bir Avrupa ülkesine göre çok daha sıcaklar, iletişim derdi diye bir şey yok.
Ekonomik problemler, Irlanda birası derken Cumartesi oldu, trene binip Galway'e ulaştık. Sevgili Çağın'ın kalbini bıraktığı memleket... Valizlerden kurtulup şehri gezmeye başlayınca çok da haksız olmadığını anladık. Önce kayıt işlerini halletmeye gittik, şehrin hafif dışında bir otel. Kayıt masaları boştu, hemen göğüs numaramı ve çipimi aldım. Fazla sallanmadan şehir merkezine döndük. Akşam kalacağımız otel koşunun başlayacağı ve biteceği kasaba olan Connemara'da. Bu kasabada pek bir halt olmayacağını tahmin ettiğimiz için son otobüse kadar Galway'de sallanalım dedik. Galway cıvıl cıvıl bir yer, sanki üniversite, hatta lise kantini gibi. Hele bir yaya bölgesi var ki yan yana yüzlerce dükkan ve pub. Şirin dükkanlar, hepsine girip çıkası geliyor insanın. Bir de bit pazarı gibi sokak bulduk, etrafa hayran kala kala gezip sonunda kendimizi bir lokantya attık. Gayet leş bir yemekten sonra otobüsümüze binip Connemara yollarına koyulduk.
Bölgenin Şifalı Suyu |
Akşama doğru otele geldik. Otel tarlaların içinde bir bina. Her işe bakan 2-3
tane personeli olan bir işletme. Odamıza yerleştik. Musluğu bir de açtık ki ne
görelim, kahverengi bir su akıyor. Görevliye bu ne be diye sorunca bölgenin
özelliği olduğunu, her evde bu şekilde su kullanıldığını ve sorun olmayacağını
öğrendik. Hatta bize acıyan kız beş dakika sonra kapımızı çalarak suyun
laboratuvar raporunu getirdi. Vatani görevini tamamlamış bir koşucu olarak bana
çok koymasa da zavallı Meltem'de biraz soru işaretleri uyandırdı tabi bu durum.
Ama suyun durumunu şöyle anlatayım, küveti doldurun, içine bir kova toprak
boşaltıp iyice karıştırın. İşte size Connemara'nın doğal suyu. Aynen bu banyoda
bacaklarımı dinlendirdim koşudan sonra. Demek herifler bu yüzden turuncu saçlı
nesiller boyu... Yapacak iş bulamayıp otelde akşam yemeğimizi yedik. Ben ertesi
gün için giyeceklerimi hazırladım. Kızım Nar akşamları yatmadan ertesi sabah
için giyeceklerini hazırlar, yatağın yanına serip bu işleme de "ertesi gün
için kız yaptım" der. Ben de kendime kız yaptım. Sonra erkenden yattık.
YARIŞ GÜNÜ ve KOŞU
"Müdür"le Anı Fotoğrafı |
Yarış sabahı otel kahvaltılarında çok eğlenirim, ortalık koşu ayakkabılı taytlı
herif kaynar, herkes yan gözle birbirini keser. Gene öyle oldu. Bir sürü taytlı
amcayla kahvaltımızı yapıp giyinmek üzere odaya çıktık. Hala beceremediğim bir
iş olan t-shirt'e göğüs numarası iğneleme işini Meltem'in yardımı ile halledip
aşağı indik. Starta 45 dakika kala ultra toplantısı var, çok heyecanlı. Ben
nedense Top Gun vari bir toplantı olacak, hepimize çok önemli şeyler falan
anlatacaklar sanıyorum. Hiç de öyle çıkmadı, gayet paçoz bir salonda bengay
kokuları içinde toplandık. Yarışın organizatörü herif bir yemek masasının
üzerine çıkıp konuşmaya başladı. Önce burada bu amaç için toplanmış 150 kişiden
kendilerini cesaretleri için alkışlamalarını istedi, alkışladık. Sonra kısa bir
konuşma yaptı. Kabaca rotayı anlattı. Dedi ki rota basitmiş, kocaman bir daire
çizecekmişiz. Topu topu 4 kavşak varmış, hepsinde sağa sapacakmışız. Teker
teker tüm kavşakları tarif edip "sağa" diye tekrarlattı hepimize.
Meğer geçen sene salağın biri herşeye rağmen 3. kavşakta sola sapmış. Koşarken
o sapağa baktım da, sola sapan herif hala tarlalar içinde koşuyor olabilir...
En sonda da dedi ki, geçen sene ultra koşanlardan bir atlet Everest'e tırmanmış
ve demiş ki; Everest'e çıkmak Connemara ultra maratonundan kolaymış... Aman ne
komik tam koşu öncesi. Sonra toplantı bitti, ben bir Türk olarak müdürle
fotoğraf çektirdim. Derken ara istasyonlar için malzeme teslimi sıkıntısı
başladı. Olay şu; toplam 3 eşyanızı yarıştan önce belli mesafelerde kurulacak
masalarda almak üzere teslim etmenize izin veriyorlar. Yarış başlayınca teslim
ettiğiniz ıvır zıvır o noktalara götürülüyor, siz o noktadan geçerken hazır
oluyor. Hiç alışık olmadığım bir uygulama. Feci kafam karıştı böyle bir hak
tanınınca... Bir türlü karar veremedim ne bıraksam diye. Boyut ve ağırlık
kısıtlaması da yok. Yani vantilatör ve jeneratör olur, piknik tüple çaydanlık
ve demlik olur, allah ne verdiyse. Şartları fazla zorlamadan Tadımca
barlarımdan iki tanesini 22.mil masasının variline attım plastik poşet
içerisinde. Gerçi sonra yolda kilometre mil hesabı yapmaya çalışırken iki gram
aklım da karıştığı için 22. Mil masasını güle oynaya geçince Tadımca barlarım
da yalan oldu ama naapalım tecrübe işte hep bunlar.
Gereksiz kalın giyinmiş ben |
Toplantı faslı bitince otobüslere gittik. Otobüsler bizi 1 mil öteye start noktasına götürdü. Dairesel rotanın tam otelin önünde 63km de bitmesi için startı bu şekilde geri çekmişler. Meltem'le vedalaşıp otobüse bindim. Herkes don gömlek, bir ben uzun kollu ve uzun taytlı. Tamam hava çok soğuk değil de bulutlu be kardeşim... Muhtemelen 6-7 saat dağ tepe koşacağız, bu bulutlu havanın ne olacğı belli mi olur? Diyerek Cevat Kelle olarak yola koyuldum. Etrafa bakıyorum, sakallı yaşlı bir amca dışında uzun kollu eldivenli kimse yok benden başka... Olsun. Üşüyeceğime yanımda taşırım öte berimi. Sevgili bir yağmurluğum vardır yıllar önce ciddi bir servet ödeyerek yurtdışından aldığım, onu bile aldım yanıma. Özelliği kılıfına tıkıştırınca bir elma kadar olması. Onu da jelleri taşıdığım kemerime iliştirdim. Dailymile sayfasından bu koşu için tanıştığım iki herif var, biri Brian maraton koşacak, diğeri Grellan o da ultra koşacak. Grellan kendi deyimiyle 40'ından sonra sapıtıp koşmaya başlamış bir amca. Epey hızlı bir amca ama, sonradan öğrendim ki 150 kişilik ultracılar içinde 17. bitirmiş koşuyu gayet ciddi bir zamanlama ile. Yazdıklarını okudum, bir iki resmine baktım gelmeden, gayet karizmatik bir amca, Iskoçyalı filmindeki ölümsüz şövalyeler gibi bir herif var hep kafamda. Start verilmeden önce gözüm böyle bir amca arıyor ama yok. Derken o yaşlarda tek sakallı adamın yanına seğirttim, ben daha bir şey demeden "ılgaaaz" dedi... Hay allah gayet tüysüz, pespembe kollu, çilli, ileri derece numaralı gözlükleri olan bir amca çıktı. Vay Grellan naaptın neettin derken start uyarısı geldi. Tarlaların ortasında 150 kişi toplaştık, müdür havalı kornasını öttürünce tın tın koşmaya başladık. Bana eldiven şapka ve belimde sallanan yağmurluk topağı feci fazla gelmeye başladı. Otelin önünden geçeceğimizi anlayınca sevindim, kesin Meltem ordadır ben de fazlalıkları veririm dedim. Ama Meltem orda yoktu, ben de eldiven ve şapkayı taytımın beline sıkıştırdım, kemere asılıyken her adımda taytımı biraz daha aşağı çekerek donumu tüm İrlanda'ya ifşa eden yağmurluğumu da mecburen 63km boyunca elimde taşıyarak yoluma devam ettim.
Yol Boyu "Sabit" Göl Manzarası |
Antrenmanlarda benimsediğim yöntem şuydu, uzuncana bir ısınma koşusu, sonra 17
dakika koşu 3 dakika yürüyüş. Bu sayede bacakları çok yormadan uzun mesafeler
gidebiliyordum. Yarış için de saatimi bu şekilde programladım. Dedim ki yarı
maraton mesafesine kadar 21 km yavaş tempo koşarım, ısınmış olurum, sonra 17/3
düzenine geçerim, gerisi de allah ne verdiyse... Başladıktan sonra gayet rahat
koşarak devam ettim. Hatta bir de baktım ki 5:40 lar civarında koşmam
gerekirken 5:00 lere kadar çıkmışım tempo olarak. Önce yavaşlayayım dedim ama
baktım topluluk bu tempoda devam ediyor, neyim eksik ulan diyerek zorlanmadan
devam ettim. Arada arkayı kolaçan ediyorum, tahminen 150 kişilik grupta 50.
Sıralardayım. Herkes sabit hızda devam ediyor. Epey yaşlı amcalar teyzeler var,
bir zen edasıyla trans halinde koşuyorlar. Bunlar muhtemelen sabit bir hızda
devam ederek hiç ara vermeden bitirdiler parkuru. Etrafımdakileri çok seyrettim
koşarken. Hakikaten ultra işi farklı. Kimse birbiriyle veya zamanla yarışmıyor.
Herkes mutlu. Sakin. Zamanla yanımdan geçenler de oldu ama hiç biri benim yarım
kadar zorlanmıyordu bile. Kayar gibi geçip gittiler. Bence bu antrenmanla değil
zamanla öğrenilecek bir şey. Hatta belki de öğrenilecek bir şey de değil,
ulaşılacak bir nokta. Bakalım, acelemiz yok, yavaş yavaş geliriz inşallah o
mertebelere...
Yanımda koşan enteresan bir amcaya takıldı gözüm. Herifin belinde bir alet takılı, telesekreter gibi mesafeyi okuyor gayet mekanik bir sesle. Yaklaşık 2 dakikada bir ne kadar yol koştuğunu söylüyor. Ohooo işimiz iş, saatlerce bu herifi mi dinleyeceğiz? Neyse ara açıldı, gerçi gene ara ara denk geldik robokop amca ile ama korktuğum kadar sıkıcı olmadı.
Derken yarı maraton noktasına geldik, saat bipledi, hop yürü biraz dedi. Hiç yorgun değilim ama biliyorum ki yol daha uzun. Programa uymak gerek. Yürümeye başladım. Sanırım ilk yürüyen ben oldum. Yanımdan geçen herkes durup veya yavaşlayıp "nooldu birader iyi misin?" diye sormaya başladı. Evet sorun yok planlanmş bir mola diye açıklama yaptım herkese. Samimi bir topluluk. Çoğu kitapta ultracıların birbirine feci destek olduğunu okumuştum, bu dahil bir çok noktada anladım bunu. Derken koşa yürüye maraton noktasına da ulaştım. Aaa o ne? Şaka gibi, son iki maratonunu 4 saat 13 dakikada tamamlamış olan ben, maraton noktası olan 42 km yi gene guguklu saat gibi 4 saat 13 dakikada geçtim. O kadar atıp tuttumdu yok efendim ben aslında 4 saatte maraton koşacak adammışım falan diye, al sana 4 saat, alakası yokmuş, gayet de 4:13 lük adammışım yani. Neyse gülme tuttu beni bunları düşünürken. Şaka maka maraton kısmı bitti... Kaldı bir 21km daha. Bacaklar iyi, genel durum iyi, hava güzel, sıkıntı yok, tamamdır bu iş dedim kendi kendime. Derken aralar açılmaya başladı. Önüm arkam boşaldı, çayırların çimenlerin arasında tek başıma koşmaya devam ettim. Fiziksel olarak olmasa da zihinsel olarak çok yoruldum bu arada işte. Hatta bir ara feci bunaldım, su veren küçük kızları da o kafayla geride bıraktığım kızlarıma benzetip bir bunalıma girdim ki sormayın... Yalnızlığın ortasında bağıra çağıra ağladım. Rahatladım ama. Öte yandan da çok güzel bir his, bütün sıkıntını kusuyorsun çayıra çimene. Salak koyunlardan başka kimse yok. Ağladım, bağırdım çağırdım rahatladım biraz. Kafam yerine geldi. Valla bu ultra mereti fiziksel olmasa da zihinsel yordu beni. Şehirde koşmaya hiç benzemiyor 7 saat çayırlarda koşmak. O gece başlayıp sabaha kadar ormanlarda süren 100km koşularını hayal edemiyorum...
42km noktasından sonra sevimsiz tepeler başladı. Çok dik değil ama uzun tırmanışlar. Koşsan koşulur ama sonrasını bilmiyorum ki, en korktuğum şey gücümü tepelere harcayıp koşamayacak hale gelmek. Ufaktan yürümelere başladım. 17 dakikalık koşular plan dışı yürüme molaları ile bölünmeye başladı. Gene de plandan çok sapmamaya çalıştım, arada yürüsem de 17 dakikalık bloklara sadık kaldım elimden geldiğince. 50km civarı zaman algısı epey sapıttı. Yürüme molalarından sonra koşmaya başlayınca herhalde epey olmuştur diyerek saate bir de bakıyorum ki daha topu topu 5 dakika olmuş. Tamam artık 17 dakika bitiyordur diye ikinci bakışımda da anca 12 dakika geçtiğini fark ediyordum. Ben de saatin sinyali gelene kadar saate hiç bakmamaca oyununu icat ettim. Başta zor geldi ama alıştım. Ufaktan bacaklarda yorgunluk başladı. Düzenli olarak jel yedim, susamasam da 5km de bir her masada düzenli su içtim. Muhtemelen 7 saatte 4 litre su içmişimdir ama hiç çişim gelmedi. Bacak yorgunluğu enteresan bir his; o an inat edip koşmaya ara vermezsen bacaklar otomatik pilota geçiyor, yorgun bir halde istem dışı bir şekilde koşuyorsun. Hatta ortamdan izole oluyorsun, sanki rayda gider gibi. Değişik bir durum, anca çok yorulup inat edince yaşayabildiğim bir his bu. Sonlara doğru güçlü ultracılar arayı açtı, bu sefer aralara tecrübesiz yarı maratoncular ve yürüyüşçüler karışmaya başladı. Yarışın zamanlamasını öyle ayarlamışlar ki, önce ultra başlıyor, sonra 21km ilerden maraton başlıyor, en son da 42 km ilerden yarı maraton başlıyor. Böylece herkes peş peşe aynı çizgiyi geçerek kendi mesafesini tamamlıyor. Sonlara doğru geri kalan yarı maratoncuları ve yürüyüşçüleri geçmeye başladım. İnsana güç veren bir his. Ego tatmini. İçinden diyorsun ki, bak sen daha 21 km yi yürüyemedin ama ben 42 km dir koşuyorum naaber? Dışından da diyorsun ki "kolay gelsin" onlar da muhtemelen içlerinden bu 63km koşmaya çalışan hıyarlara gülüyorlardır. Naapalım amca alın yazısı, koşmamız gerekiyormuş koşuyoruz işte...
Sonlara doğru yürüyenler arttı. Hatta Hintli kılıklı bir adamın bacaklarına feci kramplar girdi, kendini yolun kenarına attı. Hemen etrafına toplandık, yardım ettik. Birisi cebinden izotonik tuz tableti çıkarttı, ben jel verdim, sürekli küfreden bir amca da bir taraftan küfrederek hintli abinin bacağını esnetmeye başladı. Kabaca dedi ki, bu fakink yokuşlarda hep fakink koştun, olacağı budur işte fakink kramp girdi, sakın hemen koşma, yarım fakink mil kadar yürü sonra fakink koşarsın. Bu fakink amcayı koşunun sonuna kadar gördüm, benden biraz önce bitirdi, yol boyu her şeye küfretti. Ama finişten sonra son derece medeni bir adam oldu, geldi beni tebrik falan etti, ağzından da f harfi bile çıkmadı. Maça gidip deli gibi küfredenler gibi herhalde, değişik bir psikoloji, çayır çimen yol boyu atış menzilinde ne varsa fakink olmayan kalmadı...
Yanımda koşan enteresan bir amcaya takıldı gözüm. Herifin belinde bir alet takılı, telesekreter gibi mesafeyi okuyor gayet mekanik bir sesle. Yaklaşık 2 dakikada bir ne kadar yol koştuğunu söylüyor. Ohooo işimiz iş, saatlerce bu herifi mi dinleyeceğiz? Neyse ara açıldı, gerçi gene ara ara denk geldik robokop amca ile ama korktuğum kadar sıkıcı olmadı.
Derken yarı maraton noktasına geldik, saat bipledi, hop yürü biraz dedi. Hiç yorgun değilim ama biliyorum ki yol daha uzun. Programa uymak gerek. Yürümeye başladım. Sanırım ilk yürüyen ben oldum. Yanımdan geçen herkes durup veya yavaşlayıp "nooldu birader iyi misin?" diye sormaya başladı. Evet sorun yok planlanmş bir mola diye açıklama yaptım herkese. Samimi bir topluluk. Çoğu kitapta ultracıların birbirine feci destek olduğunu okumuştum, bu dahil bir çok noktada anladım bunu. Derken koşa yürüye maraton noktasına da ulaştım. Aaa o ne? Şaka gibi, son iki maratonunu 4 saat 13 dakikada tamamlamış olan ben, maraton noktası olan 42 km yi gene guguklu saat gibi 4 saat 13 dakikada geçtim. O kadar atıp tuttumdu yok efendim ben aslında 4 saatte maraton koşacak adammışım falan diye, al sana 4 saat, alakası yokmuş, gayet de 4:13 lük adammışım yani. Neyse gülme tuttu beni bunları düşünürken. Şaka maka maraton kısmı bitti... Kaldı bir 21km daha. Bacaklar iyi, genel durum iyi, hava güzel, sıkıntı yok, tamamdır bu iş dedim kendi kendime. Derken aralar açılmaya başladı. Önüm arkam boşaldı, çayırların çimenlerin arasında tek başıma koşmaya devam ettim. Fiziksel olarak olmasa da zihinsel olarak çok yoruldum bu arada işte. Hatta bir ara feci bunaldım, su veren küçük kızları da o kafayla geride bıraktığım kızlarıma benzetip bir bunalıma girdim ki sormayın... Yalnızlığın ortasında bağıra çağıra ağladım. Rahatladım ama. Öte yandan da çok güzel bir his, bütün sıkıntını kusuyorsun çayıra çimene. Salak koyunlardan başka kimse yok. Ağladım, bağırdım çağırdım rahatladım biraz. Kafam yerine geldi. Valla bu ultra mereti fiziksel olmasa da zihinsel yordu beni. Şehirde koşmaya hiç benzemiyor 7 saat çayırlarda koşmak. O gece başlayıp sabaha kadar ormanlarda süren 100km koşularını hayal edemiyorum...
42km noktasından sonra sevimsiz tepeler başladı. Çok dik değil ama uzun tırmanışlar. Koşsan koşulur ama sonrasını bilmiyorum ki, en korktuğum şey gücümü tepelere harcayıp koşamayacak hale gelmek. Ufaktan yürümelere başladım. 17 dakikalık koşular plan dışı yürüme molaları ile bölünmeye başladı. Gene de plandan çok sapmamaya çalıştım, arada yürüsem de 17 dakikalık bloklara sadık kaldım elimden geldiğince. 50km civarı zaman algısı epey sapıttı. Yürüme molalarından sonra koşmaya başlayınca herhalde epey olmuştur diyerek saate bir de bakıyorum ki daha topu topu 5 dakika olmuş. Tamam artık 17 dakika bitiyordur diye ikinci bakışımda da anca 12 dakika geçtiğini fark ediyordum. Ben de saatin sinyali gelene kadar saate hiç bakmamaca oyununu icat ettim. Başta zor geldi ama alıştım. Ufaktan bacaklarda yorgunluk başladı. Düzenli olarak jel yedim, susamasam da 5km de bir her masada düzenli su içtim. Muhtemelen 7 saatte 4 litre su içmişimdir ama hiç çişim gelmedi. Bacak yorgunluğu enteresan bir his; o an inat edip koşmaya ara vermezsen bacaklar otomatik pilota geçiyor, yorgun bir halde istem dışı bir şekilde koşuyorsun. Hatta ortamdan izole oluyorsun, sanki rayda gider gibi. Değişik bir durum, anca çok yorulup inat edince yaşayabildiğim bir his bu. Sonlara doğru güçlü ultracılar arayı açtı, bu sefer aralara tecrübesiz yarı maratoncular ve yürüyüşçüler karışmaya başladı. Yarışın zamanlamasını öyle ayarlamışlar ki, önce ultra başlıyor, sonra 21km ilerden maraton başlıyor, en son da 42 km ilerden yarı maraton başlıyor. Böylece herkes peş peşe aynı çizgiyi geçerek kendi mesafesini tamamlıyor. Sonlara doğru geri kalan yarı maratoncuları ve yürüyüşçüleri geçmeye başladım. İnsana güç veren bir his. Ego tatmini. İçinden diyorsun ki, bak sen daha 21 km yi yürüyemedin ama ben 42 km dir koşuyorum naaber? Dışından da diyorsun ki "kolay gelsin" onlar da muhtemelen içlerinden bu 63km koşmaya çalışan hıyarlara gülüyorlardır. Naapalım amca alın yazısı, koşmamız gerekiyormuş koşuyoruz işte...
Sonlara doğru yürüyenler arttı. Hatta Hintli kılıklı bir adamın bacaklarına feci kramplar girdi, kendini yolun kenarına attı. Hemen etrafına toplandık, yardım ettik. Birisi cebinden izotonik tuz tableti çıkarttı, ben jel verdim, sürekli küfreden bir amca da bir taraftan küfrederek hintli abinin bacağını esnetmeye başladı. Kabaca dedi ki, bu fakink yokuşlarda hep fakink koştun, olacağı budur işte fakink kramp girdi, sakın hemen koşma, yarım fakink mil kadar yürü sonra fakink koşarsın. Bu fakink amcayı koşunun sonuna kadar gördüm, benden biraz önce bitirdi, yol boyu her şeye küfretti. Ama finişten sonra son derece medeni bir adam oldu, geldi beni tebrik falan etti, ağzından da f harfi bile çıkmadı. Maça gidip deli gibi küfredenler gibi herhalde, değişik bir psikoloji, çayır çimen yol boyu atış menzilinde ne varsa fakink olmayan kalmadı...
Son metreler |
Veee meşhur "Doğunun Cehennemi"ne geldik. Son 6km nin dik ve uzun 3km
si. Dailymile dan arkadaşlarım burası için uyarmışlardı. Tepe antrenmanı yap
demişlerdi de dinlememiştim. Bu ne ya? Böyle parkur mu olur? Ne gerek var? Yap
şunu düz, efendi gibi koşalım. Feci bir tırmanış. Ucu bucağı gözükmüyor. Hayır
önde koşarak çıkan hastalar da var da işim olmaz. Ben bunu koşarak çıksam
tepeye varmadan bitmiş olurum, sürünerek biter son 3km. Eh nasılsa bir zaman
hedefi de yok, ben bunu yürürüm arkadaş dedim. Ama yürü yürü bitmiyor. Millet
tepede karınca gibi gözüküyor. Tam tepeye ambulans da çekmişler, bir bildikleri
ve demek ki... Yarısına geldiğimde fark ettim ki yürümek de kolay değil. Hiç
yürüme antrenmanı yapmamışım, bacaklarımın o adeleleri hiç çalışmamış, şimdi
60km sonra bir de yokuş yukarı zorlayınca bacaklar ağlamaya başladı. Valla
koşmaktan değil de yokuş yukarı yürümekten canım acımaya başladı. Ulan dedim
koş bari, en azından bildiğin konu. İte kaka koşmaya başladım ve daha rahat yol
aldığımı fark ettim. Demek naapılacamış? Bundan sonra yokuş antrenmanı da
yapılacakmış... Tepeye ulaşınca saate bir baktım ki şunun şurasında 3km cik
kalmış. Hadi dedim koşarak bitir artık. Saatin programı zaten sapıtmış, koş
yürü derken bip bip ediyor, yürü dinlen uyarısı veriyor ama takan kim, koş ulan
Ilgaz az kaldı. Hakikaten ufukta otel belirdi, yol da düz. Keyifli bir
yorgunluk içerisinde otomatik viteste koşmaya başladım. Finiş hiç de şaşalı
değildi, yolun ortasına çip okuma halılarını sermişler, sağda solda seyirciler
o kadar. Aha Meltem de gelmiş fotoğrafımı çekiyor. Kamerayı da görünce güle
oynaya finişi geçtim. Son saatlerde beraber koştuğum herifleri bulup tebrik
ettim. Madalyamı ve t-shirt ümü alıp en yakın sandalyeye çöktüm.
Madalya her anlamda ağır gelmiş olacak ki öne katlanmışım |
Tahminimden kolay geçti. Bacaklarım ve dizlerim beni şaşırttı,hiç arıza çıkartmadılar. Düşününce 7 saate yakın yollarda geçti, bunun hiç yoksa 6 saati koşudur. Böyle düşününce bana bile zor geliyor ama sevgili Grellan'ın dediğine geldik, bir hafta kala çok önemli bir laf yazmıştı; "zihnin buna hazır olduğu zaman vücudun da itaat edecektir" demişti, haklıymış... Tam dövme yaptırılacak laf. Söyleyen pek filozof kılıklı çıkmadı ama naapalım...
Dailymile'dan sanal arkadaşım Brian gerçeğe dönüşünce |
Akşam gene otelde yerel yemekler ve bolcana yerel bira ile geçti. Sabah taksiyle Galway oradan da 2,5 saat trenle Dublin. Yarım gün şehir turu, geyik turistik alışveriş ve akşama daha bolcana yerel bira... Arada maraton koşan Dailymile'cı arkadaşım Brian ile öğlen buluşması, kısa bir kahve sohbeti. Ertesi gün de uçak ve eve dönüş.
Şimdi durup bakıyorum da, hiç pişman değilim. Yorgun bitkin de değilim. Demek ki zamanı gelmiş bu işin. Şimdi kaldığımız yerden devam.
İşte ilk ultra maceramız da böylece sona erdi. Biz erdik muradımızaaa, siz çıkın kerevetineeee...
guzel rapor olmus :)
YanıtlaSil