konu başlıkları

10 Kasım 2011 Perşembe

ULTIMAFRONTERA 160 - İSPANYA YOLLARINDA 80km

22 Ekim 2011 tarihinde üç arkadaş İspanya'nın Malaga şehrinin kuzeyinde yer alan Loja Kasabası'nda yapılan Ultima Frontera 160 yarışının çeşitli etaplarını koştuk. Ben ve Caner 80km lik ayağını, Aykut ise bizim parkuru 2 tur dönen 160km lik ayağını tamamladık. Aşağıdaki yazı benim bu dönemdeki durumumu ve gözümden yarışı anlatıyor. Hikayeyi Caner'in gözünden veya Aykut'un gözünden de okumanız mümkün.

HEDEFSİZLİK HEDEFİ

Şimdiye kadar katıldığım neredeyse tüm koşular bir hedefti benim için. Karar verirken hep bir antrenman programı payı bıraktığım, 12-14 hafta arası düzenli antrenman yaparak "hazırlıklı" gittiğim koşulardı. Zamanla bu tempoyu sevmediğimi fark ettim. Milimetrik bir program uygulamaya çalışmak, haftanın günlerini ders programı gibi yazıp bunu takip etmeye çabalamak her anlamda zor gelmeye başladı. Bir kere itiraf etmem lazım ki tembel ve ağırkanlı adamımdır, bu tip organize bir hayat bir süre sonra beni yordu. Koşması değil de buna bağlı kalması yordu. Evet sporcu olmak disiplin gerektirir kabul ediyorum ama zaten sporcu olduğumu düşünmüyorum. Bu anlamda bir sporcu olmak da istemiyorum. Zaten fazla kilolardan kurtulmak adına neredeyse 12 aydır gram ve tane hesabı ile beslenir oldum, bir de böyle vapur tarifesi gibi antrenman programları peşine koşunca baktım ki olaydan uzaklaşmaya başlıyorum. Yarışçı ve mücadeleci bir adam da değilimdir, takım sporları ve sosyalleşmeyi severim, bu sebeple koşu gibi bireysel ve bencil bir işe nasıl bu kadar sardırdığımı da anlayamıyorum bazen. Sonuçta koşuda yalnızsın ve birilerini "geçmen" gerekiyor. Hiç olmadı kendini "geçmen" gerekiyor. PB denen halt var, en iyi kişisel derece... Bunu iyileştirmek gerek. Bu bir gelişim göstergesi ise evet ama kendimi "kendimle" geçmek de bir başkasını geçmek kadar anlamsız benim gözümde. Dediğim gibi bunu iyileşme olarak görebilirsem güzel yoksa bir maratonu 2-3 dakika daha hızlı koşabilmek bana göre bir çaba değil. Kendi adıma koşunun daha bir zevk meselesi ve doğal bir olgu olması taraftarıyım. Bu anlamda beni etkileyen hem dünya çapında hem de yakın çevrede adamlar var, mesela ilki Anton Krupicka. Bu herif dağlarda bir kasabada yaşıyor, neredeyse dondan hallice bir şortla koşarak geçiriyor hayatını. Saatler, miller, jeller, kompresyon çorapları, GPS dataları, dereceler yok hayatında. Katıldığı ve açık ara kazandığı bir çok ultra yarışı var ama umrunda değil gibi pek. Diğeri bizim Dailymile tayfasından Mustafa... Bozcaada'da tanışma şansım olan adam. Mustafa da bir çıkıyor evden, 24 saat bisiklete binip, yollarda uyuyup döyor. Arada keyif sigaralarını tüttürüyor. Geçip karşısına anlamaya çalışıyoruz, "Abi nasıl yaptın, nedir bu iş, hedef ne, yarış falan yok mu?" diye :) O ise gülümsüyor, hedefi yok. Yani bizim hedef kutucuklarına yazdığımız gibi hedefi yok. Ama hayatı var işte, adamın hayatı bisiklet. Bu anlamda benim için en büyük örnek olan Gürsel Abi'yi de içeren İzmir'li abiler var, çoğuyla tanışma fırsatı bulamasam da internetten takip ettiğim saygıdeğer abiler... Bizler 10km koşup uzun uzun yazarken onlar sadece "evden çıktım, kırmızı beyaz antenlerin ordan dönüp geldim, çeşmeden de su içtim" diye not düşerek ekmek almaya gider gibi üst üste 30-40km leri koşan abiler. En son İspanya'da gördüğüm dede var mesela, 73 yaşında, 160km koştu. Altında kumaş bir pantolon, üzerinde bir gömlek, elinde kalınca bir daldan oluşan bastonu, sırtında günlük bir çanta ve matara niyetine kullandığı pet şişesi ile kafamı allak bullak eden çoban dede... Bu adamlar benim için önemli adamlar işte. Benim için koşucu olmak böyle bir şey. Yani olmak istediğim koşucu profili bu diyelim. İşte bütün bu yollar da sonunda "uzun mesafe"ye, ultra maratonlara çıkıyor. Düşününce bu anlamda doğru yol seçtiğimi görüyorum. Daha kişisel olarak tanışmadan önce antrenmanyap.com'un babası Mutlu hakkında duyduğum tavsiyeler ile heveslenmiş ve kendisine Selçuk ile haber göndermiştim, acaba beni de çalıştırabilir mi ultralar için diye. Gelen cevap beni önce şaşırtmış ve hafif kızdırmıştı. Mutlu Hoca demiş ki: Ultra koşmak bir spor değildir, daha çok macera yarışı gibidir, bunun da antrenmanı olmaz. Şimdi anlıyorum ve saygıyla hak veriyorum kendisine. Farklı bir olay olduğunu gözlerimle (ve tabi bacaklarımla...) gördüm iki gün önce. Bu benim özel olarak hazırlanmadan gittiğim bir yarıştı. Bir bakıma bu "antrenman programı takip etmeden" koşulup koşulamayacağının denemesi idi. Koşuluyormuş. Hem de sakatlanmadan, üzülmeden, yılmadan. Tabi sonuçta televizyon karşısından kalkıp da "hadi bir koşayım bari" dediğim bir yarış değil, bir süredir kendi çapımda uzun mesafeler koşuyor, Belgrad Ormanı patikalarında çaktırmadan eğim, interval ve dayanıklılık koşuları yapıyordum. İşte İspanya yollarına bu şekilde düştüm.
ANİ KARAR
3 hafta önce Aykut'un yarışa kayıt olduğunu anlattığı yazıyı okudum. Helal dedim, bu adam koşar zaten. O zaman daha tanışmıyorduk ama yaptığı koşulardan, yazdıklarından, kendini ifade edişinden ağır başlı ve yaptığı işe göre mütevazi bir adam olduğu belli idi. Demiş ki yazısında "2 sene sonrasına da hazırlansan bir terslik çıkabiliyor karşına, ben de karar verdim gidiyorum" bu da çok hoşuma gitti. Derken akşam evde oturup tekrar düşündüm, dedim ben de buna benzer bir şeyi savunmuyor muyum işte? Hazırlanmak değil "hazır olmak" ise dava, al sana fırsat. Şartlar da uygun, gitmesi gelmesi konaklaması güzel denk geliyor, fazla para ve zaman harcamadan olabilecek bir iş gibi gözüküyor. Kısa süren bir heyecan patlaması ile bileti ayırttım, ev halkına konuyu açtım ve yolculuk kafamda başladı. İtiraf etmeliyim ki o akşam zor uyudum, heyecandan olsa gerek. Ama sanırım beni uyutmayan mesafe değil bu kararı böyle pat diye verebilmiş olmaktı. O andan itibaren ne mesafeyi düşündüm, ne de zorluğunu. Bu işi önce kafada bitirmek lazım, o zaman koşu da bitiyor. Ben muhtemelen kafada bitirememekten korkarak daha baştan kapadım ve bitene kadar da açmadım gözlerimi, her şey doğallığında aktı geçti. Bir an bile "ne yaptım ben, nasıl koşarım o kadar yolu?" demedim. Hatta gitmeden Caner'e bir teklifte bulundum, dedim ki ne kadar yorulursak yorulalım, oramız buramız ağrırsa ağrısın, Aykut'un yanında bunu dile getirmeyelim, adam bizim iki katımız koşacak. Caner de dedi ki, zaten o lafları söylemeye başlarsan 80 de bitmez. Bir ara kafam bulanmadı değil, 50. km ler civarında kafamda tilkiler cirit atmaya başladı, ama anti depresan niyetine aldığım karbonhidrat jelleri ile hepsini kovaladım, zeytinliklere doğru kaçıştılar, bir daha da yanımıza bile uğramadılar koşu bitene kadar.
Bu kararı verince Caner'i aradım "Sence mantıklı mı?" diye. Mantıklıymış herhalde ki "Dur ben de geleyim yahu!" dedi. Ve geldi. Sonra Aykut'u aradım. "Çok sevindim" dedi "Peki ben de seni 160 için gazlasam?" Yok dedim, daha ona var...
YOLCULUK, İSPANYA VE İSPANYOLLAR
Yolculuk kolay oldu, doğrudan Malaga'ya uçtuk, millerle kendimizi şımarttık, bu sayede havaalanı ve uçak hayhuyundan olabildiğince izole bir şekilde gittik geldik. İspanya'da araba kiralamak ekonomik olarak en mantıklısı gibi gözüktü. o an düşünmeden sonraki iki gün için de son derece mantıklı bir iş yapmışız, araba çok işimize yaradı, rahat rahat kayıt masasına gittik geldik, kasabada dolandık, akşam makarna partisine baktık. Hatta "beni şu hemen ilerdeki otele atar mısınız?" diyerek kasabanın taaa bilmem neresindeki otele bıraktıran "le pezevenque" Pierre'e bile yaradı araba...
Bir şehir ve bir kasabaya bakarak koca bir ülkeyi ve halkı değerlendirmek çok doğru olmasa gerek. Ben gene de gördüğüm kısımları pek beğenmedim. Sonuçta bir Akdeniz sıcaklığı ve ferahlığı yok değil ama özellikle gittiğimiz çevre coğrafi açıdan pek bana göre değildi. Zeytin ağaçlarını ve bizim Ege yapısına da hiç yakın hissedemem kendimi, çam ağaçları daha bir sıcak ve ormanımsı gelir bana, zeytin ağaçları ise dana bir çalı çırpı gibidir benim gözümde. Burası da baştan aşağı zeytinlikti. Oysa adamlar yarışı anlatan sayfada ne güzel fotoğraflar koymuşlardı, gidene kadar patikalar ve yeşillikler içinde koşacağız zannediyordum. Rotanın büyük bölümünün asfalt ve köy yolları olduğunu toplantıda öğrendik.
Gördüğümüz İspanyollar da temelde bizim halka benziyordu, esmer, dilini anlamasa bile yardımcı olmaya çalışan, muhtemelen futbol harici sporlarla pek alakası olmayan adamlar. O bölgede bisiklet işi epe yaygınmış öte yandan. Gene de çoğu yerde ben "Hola!" diyene kadar bön bön bakıyorlardı. Bir iki köylü teyzeye de "Nassınız bakalım kızlaar?" diye seslenince onlar da tahminimce benzer kalitede İspanyolca cevaplar verdiler.
Kasabalardan ve köylerden geçtik, oraları da sevemedim. Biraz bizim güney kasabalarının artık sınırlarına yakın beyaz beton sitelerine benzettim oraları. Renksiz, cansız evler. Sokaklar da boş, pek tadı olamayan yerlerdi kısacası. Arada eski binalar seçilebiliyordu köylerde, onların bir tadı yok değil, muhtemelen 100 yıl üzeride yapılar, ufak ve şirin cepheleri olan.
KAYIT VE KOMİTE
Cuma günü Loja'ya varında Aykut'u bulup kayıt olmaya gittik daha otele girmeden. Zannediyoruz ki kalabalık olur, son gece kayıt masası dolar, bir an önce gitmek lazım. Bir de gittik ki içerde 5-10 kişi ya var ya yok. Koskoca bir spor salonunun içine yan yana 3-4 masa dizmişler, kimlikleri gösterip numaralarımız aldık. Yarışı düzenleyen ekip bölgede yaşayan bir İngiliz olan Barbara, kızı Michelle ve Eric. Bir de bunlara destek veren Paul var. Paul'un hikayesi enteresan, Aykut anlattı biraz, adam eski bisikletçi imiş, geçirdiği bir kazadan sonra verdikleri penisilin ters etki yapmış, başta fark etmemiş ama zaman içinde kulakları hasar görmüş, sırf işitme kaybıyla kalmayıp bir de denge duygusunu yitirmiş. Bisiklet hayatı da burada bitmiş, onun yerine uzun mesafeler koşmaya başlamış. Bu ekip aynı zamanda İspanya'nın popüler çok günlü arazi koşularını da düzenliyor. Koşu sonrası Caner biraz sohbet etti, aslında bilinçli adamlar ama fazla maddi destek alamadıkları için istedikleri gibi yarış düzenleyemiyorlar. Sıkıntı dünyanın her yerinde aynı. Meraklısı var, heveslisi var ama para olmayınca bir yere kadar. Baştan biraz söylendik, o kadar para veriyorsak niye ikramlar bu kadar kısıtlı, niye transfer yok falan diye de, haklarını da yememek lazım, para olmadan da bir yere kadar bu işler.
YARIŞ SABAHI
Sabah erken kalkıp market destekli kahvaltımızı ettik. Aykut'un bir iki gün önden gitmiş olmasının faydası işte, kahvaltının paçozluğu konusunda uyarmıştı bizi, bir gece önceden marketin yarısını aldık kahvaltılık olarak. Hatta buralardan o kadar bisküvi peynir falan taşıdığıma yandım, her şeyin envai çeşidi vardı markette. Güzel oldu ama ufaktan şımarttık kendimizi. Kahvaltıda enteresan adamlar vardı etrafımızda, çoğu ful aksesuar. Herkes bir yerlerde bir şeyler koşmuş bitirmiş, ya t-shirtlerden ya da konuşmalardan anlıyorsun. Neyse kahvaltımızı yapıp çantaları yüklenip yola koyulduk. 3. kontrol noktasına bir çanta bırakma hakkı var, Aykut gibi 160km koşacaksanız bir çanta da başlangıç noktasına koyabiliyorsunuz 2. turda geçerken kullanmak için. Bu tabi güzel bir fırsat, orta noktada kılık kıyafet değiştirmek, yemek takviyesi yapmak gibi olanaklar tanıyor insana. Yolda taşımaya üşeneceğiniz boyutta ve ağırlıkta ıvır zıvırı çantaya doldurabiliyorsun. Bu hem de bir nevi motivasyon oluyor, koşarken sandviçlere, temiz ve kuru kıyafetlere ve hatta Caner'in yaptığı gibi biralara koşuyorsun bir heves. O kadar bira içen adamım ama koşarken aklıma gelen en son şey oldu valla bira. Alkolsüz falan ama bana o kadar uzak ki... Bana en güzel gelen şey Coca-Cola ve patates cipsleriydi. Tatlı ve abur cubur sevsem de sanırım tuzlu şeyler daha bir gözünde tütüyor insanın. Tuz kaybından olsa gerek.
Derken yarışla ilgili ilk belirsizlikle karşılaştık; start noktası... İnternet sitesinde yarışın stadyumda başlayıp biteceği yazıyordu. Hatta ilk turu stadda atıp dışarı çıkacak ve dönüşte gene stada gelecektik. Ama kayıt sırasında tahtada yazan bir mesajın ne anlama geldiğini sorunca Barbara dedi ki; sabah start saatinden 30 dakika önce buluşulup şehir merkezine gidilecekmiş, orda belediye başkanı açılış töreni yapıp yalandan start verecekmiş, esas yarış stadın orda başlayacakmış. Dedim ya bize benziyorlar diye, al sana Türk malı belediye başkanı ve açılış töreni. Neyse homur homur şehir merkezine yürüdük, şişme bir takın altında fotoğraf çekildi, tabanca ile start verildi. herkes dalga geçiyor, start neresi şimdi, yarış ne zaman başlayacak falan diye. Güle oynaya stada doğru koştuk, ama o da ne? Kimse durmadı, aynen yola devam ettiler. Bir de baktık koşmaya başlamışız yarışı... İyi ki çantaları falan almışız yanımıza. Derken toprak yollara girip başladık ilk tepeleri inip çıkmaya
VEEEE.... YARIŞ
İşte böyle tam nereden başladığını bilemeden kendimizi yarışın içinde bulduk. Aykut Caner ben, yakın koşuyoruz, tepe görünce hızlı tempo yürüyoruz. Bu şekilde laflayarak ilk çeyreği geçtik. Kontrol noktasına girdik, ben çantamı boşalttım, su torbasını çıkartıp su doldurdum, yolda cangıldamasın diye havasını falan aldım, biraz cips yedim, muzdan tırtıkladım, bir de baktım Aykut gitmiş, Caner de bana bağırıyor ilerden hadisene kardeşim diye. Sabah hazırlanıp evden çıkamayan ben, kontrol masasından da anca çıkabildim. Caner tatlı dille azarladı bu iş böyle olmaz zaman kaybetmemek lazım diye. Tamam dedim, bir sonraki noktada gör sen beni. Ve hakikaten de süper zekice planımla daha kontrol noktasına gelmeden su torbamı çıkarmış, çanta elde hazırdım, girmemle su doldurup çıkmam bir oldu, valla Caner'den bil önce çıktım istasyondan. Bir sonraki noktada epey zaman kaybettiğim ve kaybettirdiğim için bu kısmını biraz ballandırarak anlatıyorum haliyle...
Rota pek sevimli değildi. Yine Caner'den öğrendiğim bir şey var, rotayı eleştirmemek lazım, zorsa sana zordur, rotanın bir suçu yok. Rota sabit, yerse gider koşarsın. Yani rotaya laf ettiğim yok zorluk olarak ama sempatik değildi işte. O kadar zaman harcıyorsak biraz daha sevimli bir rotada olmayı tercih ederdim. Bir yerde bir vadiden indik bir de okaliptüs ormanının içinde geçtik, oralar güzeldi ama gerisi fasa fiso. Sabahki toplantıda 4. kontrol noktasından sonra işte o güzel vadi inişi için "teknik bölüm" ama "ne kadar teknik olduğunu sormayın" dediler. Ben söyleyeyim, tekniğin anca "T" si olur...
Hava bizim için güzeldi. Aykut için ise zordu. Bizim 10 saat içinde bir bölüm yağmurlu geçti ama koşmayı engelleyecek ve keyif kaçıracak kadar kötü değildi. Fazla üşümedik. Aykut'un şansına gece hava soğumuş ve tekrar yağmış, koşmanın mümkün olmadığı dik ve uzun çıkışlar epey zor gelmiş bu sebeple. Ama bizim turda o kadar zor olmadı işte şartlar. Belki birlikteliğin de faydasını gördük anlamadan.
Yarışta genelde beraber yol aldık. Ara ara kopmalar oldu tabi o süre boyunca. Bir ara ben bitkin düştüm, geri kaldım, hatta virajlı yolda görüş alanından çıkınca muhtemelen Caner endişelenip bana bakmaya döndü bir iki viraj. Neyse sonra Aykut'u yakaladık. Caner zaten yokuş aşağılarda canavar, bir iniş ustası. Baştan demişti ama inişleri avantaj olarak kullanmalıyız diye. Faydasını da gördük. Hatta bir iki yerde ben nasıl olsa bu Caner beni ilerde yakalar diyerek ufaktan uzadım, ilk inişte Caner ensemde bitene kadar. Bitişte de öyle olur sandım ama dizleri bu sefer karşı koymuş yer çekimine.
Uzun mesafe değişik bir iş. Güç yönetimi zor bir konu. Tecrübe istiyor. Bence hem kendini hem de rotayı tanımak lazım. Nerde ne kadar gidersin, nerelerde ne kadar güce ihtiyacın olur, en önemlisi daha ne kadar "gerçek" gücün var bilebilmek lazım. Bu da zamanla olacak bir şey. Kendimde gözlemlediğim bir şey var, bu tip uzun süren işlerde ben dörde bölünüyorum; ilk çeyrek mutlu ve motive, ikinci çeyrek yorulmaya başlamış, üçüncü çeyrek (ki benim en sevmediğim, en çekilmez halim) depresif, suratsız ve sessiz ve hatta içten içe pes etmeye meyilli, dördüncü çeyrek ise mutlu motive ve anlayamadığım şekilde güçlü. DASK'ta da böyle olmuştu, Lozan Maratonu'nda da. Bir de canım tatlı olduğu için herhalde daha hiç kendimi tüketmedim koşularda. Şu kas yığını zenci ultracının bir lafı vardı, "tükendiğinizi düşündüğünüzde bile daha %70 gücünüz kalmıştır" diye, işte hep o aklıma geliyordu da devam ediyordum. Son DASK macerasında da az kalsın pes ediyordum da sevgili Mert dürtükledi beni. Bu sefer dürtükleme durumu olmasa da benzer topraklarda geçtim 50km civarında. Artık beynimi tanıyorum ama, bilmiyorum plasebo mu, jel ile üstesinden gelebiliyorum o anların. Anti-depresan dediğim o işte, jel alınca kafa daha bir net çalışıyor sanki. Bir kere öyle bir yazı okumuştum, karbonhidratlar azalınca beyin doğru düşünme ve muhakeme yeteneğini kaybetmeye başlıyormuş. Ben de baktım vızıldamaya başlıyorum, hemen bir jel sıkıyorum ağzıma. Geçen sene maratoncu dostum Mert'le bu jel konusunda çok ters düşerdik, o antrenmanlarında neredeyse hiç jel kullanmaz, bu sayede de yarışta daha çok faydasını göreceğini savunurdu, ben ise mümkün olduğunca çok jel ile koşmanın daha doğru olduğunu. Şimdi ben Mert'in tarafına kaymış bulunuyorum. 80km de topu topu 3 kere jel aldım ama üçü de çok faydalı oldu. İkisi de kaptırıp koştuğum evrelerdi düşününce. İlkinde düz yolda bir başladım koşmaya, nasıl olsa Caner yakalar beni diyerek 40-50 dakika gittim. O ara etraf da boştu, ne insan vardı ne başka koşucu, ayaklarım otomatik viteste, son derece düzgün bir nefes ve nabızla koşturdum durdum. Sonra her güzel şey gibi jelin de sonu geldi, yavaşladım, Caner de beni otoyol polisi gibi yakaladı orda zaten. İkinci jeli de son 10km de aldım ki zinde geçeyim çizgiyi diye, o da yaradı valla, gene önden gitmeye başladım ama Caner'in dizi bu sefer beni yakalamasına izin vermemiş. Bu sebeple aynı sürede bitirdiğimizi düşünüyorum aslında, o son salak yokuşolmasa, dizi ağrımasa benden önce bitirecek adam.
Ben 3. kontrol noktasında kendimi çantanın sunduğu rahat hayata kaptırınca Caner'in tüm hadi hadi'lerine rağmen anca 26 dakikada kıçımı kaldırabildim. Çok merak ediyorum acaba bir gün benim gibi miskin bir herife denk gelirsem ne olur halim? Hayatta karım, yarışlarda da arkadaşlarım kıçımı toplamasa ne yaparım? DASK'ta Mert, burda da Caner... Hatta düşünüyorum da orada biraz daha az sallansaymışım belki de 10 saatin altında bitecekmiş rota.
AYKUT
Biz Caner'le kendi mesafemizi tamamlayıp finiş keyfini çıkarırken binadan Aykut çıkageldi. Molasını yapmış, zindeleşmiş, gayet konsantre bir şekilde yola koyuldu bizi tebrik ettikten sonra. Biz içeri girip makarnamızı yemeye başladık. Aykut o sırada koşuyordu. Sonra salona gidip eşyalarımızı topladık. Arabaya yükledik, otele döndük. Aykut muhtemelen ilk iki tepeyi aşmıştı o sırada. Sonra duşumuzu aldık, otelin cafe'sine inip yemek yedik. Hava kararmıştı ve Aykut ilk kontrol noktasına varmıştı o sırada. Yemekten sonra biraz şehri gezdik, yapacak iş bulamayıp otele dönüp yatıp uyuduk. Aykut koşmaya devam ediyordu. Gece bir ara otelin önünde şamata yapan bir grubun sesine uyandım. Gece yarısı bilmem kaçtı saat. Aykut hala yoldaydı. Sabah tahminimizden erken uyandık, saat çalmadan Caner'le birbirimize "uyanık mısın?" diye sorup ayaklandık. Çıkıp biraz koşsak da tutulmuş bacaklar açılsa dedik ama yağmuru görünce üşendik. Aykut koşmaya devam ediyordu. Giyindik, eşyaları topladık, finişe gittik. Aykut daha gelmemişti, hala koşuyordu. Finişteki görevli çocuklarla konuştuk. Helal size bu kadar uğraşıyorsunuz dedik. Sabahlamışlar, gecenin köründen beri sokağın ucuna bakıyorlar, artık ayakta uyumaya başlamışlar, ağaçları falan gelen koşucu olarak görüyorlarmış. O arada 2-3 koşucu geldi. Birisi beni şaşırttı, bir gün önce "UTMB finisher" T-Shirt'ü ile uzaktan aynı yelekten giymiş Caner'i süzen, olaylara hafif tepeden bakan bir amca vardı, epey donanımlı ve motive gözüküyordu başlarken. Uzaktan belirdiğinde artık koşamıyordu, bel hizasından sol doğru katlanmış topallayarak geliyordu. Sanırım sırtında bir arıza çıkmış. Ama 160km yi bitirdi. Derken bir iki koşucu daha geldi. Biz Aykut'a bakmaya köşeye gittik, dağdan inen toprak yolun başına arabayı çekip bekledik. İlerden üçlü bir grup belirince Caner "Aykut bu yürüyüşünden tanıdım" dedi. Hakikaten de Aykut ve iki koşucu daha geliyorlardı. Alkışlarla karşıladık, Caner son 1km lik yolu yanlarında yürüdü, ben de arabayı finişe götürdüm. Aykut ve yoldaşları alkışlarla karşılandılar. Tatil dönüşü gibi telefonlar mail adresi alındı karşılıklı, kısa süreli ama sağlam bir dostluk oluşmuştu. Aykut nasıl başladıysa öyle döndü. Dinç, sakin ve güçlü. Bu koşuya şaka maka Aykut sayesinde gittik. Ne kadar teşekkür etsek azdır. Bitirdiğinde bize dedi ki: "Beyler siz kısa kestiniz, 160 koşmanız gerekiyordu..."
CANER
Bir iki ay önce Caner bana OMM (Original Mountain Marathon) için bir teklifte bulunmuştu. Bu OMM bizim DASK ADAM ve diğer dağ aşma maratonlarının babası. 2 gün İskoç topraklarında (bataklıklarında diyelim) süren bir yarış. Önce bana çok cazip gelen bu teklifi maddi şartlar ve zaman yönetimi açısından üzülerek geri çevirmek zorunda kaldım. Üzüldüğüm şey yarışa gidememek değil, Caner'le böyle bir yarışa girme şansını kaybetmekti. Benim için staj gibi olacaktı. Yıllarını dağlarda, doğada, çadırda, yollarda geçirmiş bir adam ile böyle bir işe kalkışmak parayla satın alınamayacak bir deneyim. Ama olamadı. Neyse kısmet bu sefereymiş, çok faydasını gördüm bu yarışta yalnız olmamanın. Mide ekşimesini gidermekten su içme stratejisine, beslenmeden mola vermesine kadar işin püf noktalarını anlattı durdu arkadaşım. Kamera taşıdı, film ve fotoğraf çekti usanmadan. Bilgi topladı, etrafla sohbet etti, Türkiye'yi İstanbul'u bizim yarışları anlattı, broşür dağıttı. Yokuşları inip çıkarken nasıl adım atılacağını gösterdi, hatta ben daha yağmurun farkına bile varmamışken yağmurluğumu bile giydirdi! Yarış bitip de ben telefonda karımla ve kızımla konuşurken sesim titreyip gözlerim dolunca kibarca arkasını dönüp görmemiş gibi uzaklaştı ben rahat olayım diye. Bu adama teşekkür etmek yeter mi şimdi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hakkımda

Fotoğrafım
istanbul, Türkiye
2006 yılında 1.80 boyum ile 110kg olunca zayıflamak için koşsam mı diye düşünmeye başladım. Internet'te bulduğum 8 haftalık bir program gözüme zor gözükmeyince haftada 3 gün, her seferinde de toplam 20 dakika olacak şekilde koşu antrenmanlarına başladım. 8 hafta sonunda durmadan 30 dakika koşabildiğime o an kendim de inanamadım. Bundan sonra ne yapmalı diye düşünürken Amazon.com da "Koşucu Olmayanlar İçin Maraton Antrenmanı" isimli kitabı görüp maraton koşmaya karar verdim. 3 yıl içinde 5 maraton koştuktan sonra ultra maraton koşma fikrini kendime daha yakın buldum. 2010 senesinden beri aklım fikrim uzun mesafe koşularında. Ülkemizde bu sporun az bilinmesi, yapanların az olması ve maraton koşanlar tarafından bile olduğundan zor hatta imkansız olarak görülmesi epey canımı sıkıyor. Bu blog fikri de bu sıkınıdan doğdu. Gördüm ki yazması koşmasından daha zormuş...